5 Ekim 2021 Salı

ENGELLİLİK VE HAYATA ERİŞİM

Prof. Dr. Ahmet Ulvi Türkbağ / Av. Arzu Besiri 

Engellilerin Erişimi ve İnsan Hakları 

Kişileri hayata dahil etmek, dışlamanın ya da ötekileştirmenin aksi olarak, insan haklarının merkezine yerileştirilmesi gereken bir konudur. Aslında bilinçli ya da bilinçsiz olarak insan haklarının sürekli ve düzenli biçimde bu alanda çiğnendiği söylenebilir. Dikkati çeken ihlaller örneğin uluslararası alanda görülenler, daha çok müdahale ihtimali taşırken, diğerleri anlaşılmadığı, önemli görülmediği hatta hiç görülmediği için bu şansa da sahip olamamaktadırlar. Engellilerin hayata erişimi ya da katılımı bu görülmeyen kısmın, sosyolojik araştırmalardaki ifadeyle siyah sayılar ya da karanlık alanın (black numbers) merkezinde yer almaktadır. Sosyal hayat oluşturulurken içkin bir kabul olarak yalnızca vücut fonksiyonları tam bireyler göz önüne alınmakta böylece, kimse herhangi bir vicdan azabı duymadan insan hakları çiğnenebilmektedir. Tam da bu noktada konunun netleşmesi için canlı bir örnek vermek yeterli olacaktır. Son referandum sırasında oy verme işleminin yapılacağı okul binalarında, İstanbul’un merkezinde(!) engellilerin düşünüldüğünü söylemenin olanağı yoktur. Bunlar merkezlerin çoğunda en azından eğik düzlem biçiminde bir giriş bile bulunmamaktadır. Ancak engelliler de en az diğerleri kadar vatandaştır ve vatandaşlık görevini yerine getirmek istemektedirler. Böyle bir durumda bir engellinin yapabileceği ya oy vermeye gitmemek, vatandaşlık hak ve görevinden kaçınmak ya da giderek kendi engelinden değil de sosyal hayatı düzenleyenlerin eksikliğinden kaynaklanan, insanlara verdiği zahmet dolayısıyla en azından sıkılmış bakışlarına tahammül etmek. Sosyal hayata erişimin bir insanın hakları içinde gerçekten merkezi bir konumu olduğunun anlaşılması, bu noktanın bilincine varılması çok önemlidir. İnsan kişisel gelişimini ve diğer hak ve özgürlüklerini örneğin eğitim, ifa- 4 Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi - 2009/2

 Türkbağ/Besiri de, çalışma, seyahat vb. ancak bu erişim sayesinde tamamlayabilir ya da kullanabilir. Aksi durumda kişiler sosyal hayata katılamadığı, yeterince katılamadığı için tüm bunlara ulaşımı zorlaşmakta neredeyse olanaksızlaşmaktadır. Anlaşılması gereken anahtar nokta engellilerin ya da başka bir grubun sosyal hayata erişimini negatif ya da pozitif (yani hayatı onlara göre düzenlememek ya da özellikle onları hayatın dışında tutacak şekilde düzenlemek) bir tutumla engellemenin, bir hapishanede mahkumlara sistematik işkence yapılması ya da sivillere ateş açılması gibi bir insan hakları ihlali olduğunun bilincine varılmasıdır. Yukarıdaki ifade bir abartı olarak görülebilir. Ancak bununla anlatılmak istenen insan haklarının yalnızca sınır durumlardaki ihlallerini dikkate almanın yeterli olmadığıdır. Bu ihlaller tabii ki çok önemli bir o ölçüde de trajiktir. Ancak engelli olarak hayatınızın tümü bir ihlaller zincirinin bir parçası ise bu da küçümsenecek bir durum olarak asla görülmemelidir. Engellilerin insan haklarının ne derece görünmez, fark edilmez biçimde çiğnendiği vurgusunun hemen ardından, genel olarak insan haklarının neden böyle açıklıkla ve sıklıkla çiğnendiği sorulabilir. Bu soruya pek çok cevap verilebilir. Ancak hiç kuşkusuz bu ihlallerin ardındaki en temel nedenlerden biri insan haklarına saygı bilincinin eksikliğidir. Akıl yürütme biçimi gereği bu eksikliğin nedeni de sorulmalıdır. Çiğneyenler de dahil olmak üzere herkesin hayatının, daha iyi, daha insanca bir hayatın garantisi ve asli şartları olarak insan hakları na saygı bilinci neden eksiktir? İşte bu sorunun cevabı da genel olarak tüm bilinçlerin aslında birer kazanım oldukları doğal eğilimlerin bu konuda yeterli olmadığıdır. Bilinçlendirme ise yalnızca eğitim ve öğretimin değil genel olarak sosyalleşme dediğimiz bütün bir sürecin sonucudur. Toplumun içene doğmuş, felsefi bir ifadeyle dünyaya atılmış varlıklar olarak insan bireylerinin, doğal belirlenimlerinin çok üstünde ve ötesinde, hatta temel hayat işlevleri açısından dahi toplumsal biçimlendirmeye tabi oldukları açık bir realitedir. İşte bu biçimlendirme sonucu olarak her yönüyle ‘kişilik’ ortaya çıkar. Bu doğal eğilimler, genetik belirlemelerin ötesinde sosyal bir varlık olarak insan bireyidir ve bu bireyin cinsiyeti dahil tamamı sosyal olarak oluşturulmuştur. Bu varlığın insan haklarına saygı duyması, genel bilincinin bir parçası olarak insan hakları bilincine sahip olmasına bağlıdır. ‘Hak’ bilinci ve hakkın yalnızca kendisinin olmadığı, türdeşleriyle paylaştığı bir nitelik olduğunu kavranması, özellikle hak konusunun açıkça ortaya ko- Engellilik ve Hayata Erişim 5 nulup tüm nedenleri ve gerekçeleriyle birlikte anlatılmasına bağlıdır. Yalnızca metinlerde değil(!) bizatihi sosyal hayatta görüp tecrübe edildiğinde ancak bilinç edinme söz konusu olabilmektedir. Bu sürecin ilk basamağı ise kuşkusuz insan haklarının temellendirilmesidir. Bu faaliyet tümüyle felsefi ya da kavramsaldır ve yalnızca mütevazı görünen bir sorunun cevabını arara: İnsan denilen varlığın özel bir hak kategorisine sahip olmasının, hakka, haklara sahip olmasının daha basit biçimde ifade edilirse önemli zarara uğratılmaması gereken bir varlık olmasının asıl nedeni nedir? Bu soruya verilen seküler cevapların ilki, Kant’ın savaşı (ki yalnızca insan haklarının bir ihlali değil insancıl hukuk başta olmak üzere aynı zamanda tüm hukukileştirme, hukukla sınırlama çabalarına rağmen çok katlı ve çok yönlü olarak hukuk düşüncesinin tam bir ihlalidir) yeryüzünden silmek için bağlattığı proje yani Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme de dahil olmak üzere Kantçı felsefedir. İkincisi ise, genelde daha yaygın ama Kantçılığın eleştirileri yüzünden bu alanda daha az tercih edilen Yararcılığın verdiği cevaptır. Kant yukarıda sözü edilen Deneme’sinin yanında insan hakları temellendirmesini iki ünlü eserinde yapar: Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi ve Pratik Aklın Eleştirisi. Bunlarda geliştirilen insan hakları temellendirmesi de iki anahtar kavramla simgelenebilir: İnsan onuru ve otonomi. 

BM Engelli Hakları Sözleşmesi’nin Başlangıcı’nda (a) ve (h) bentleriyle 1. Maddesi’nde ve daha birkaç maddede açıkça ‘insan onurunda’ (inherent dignity ya da dignity) söz edilmektedir. Üstelik konuya aşina olanların hemen kavrayabileceği gibi ‘insan onuru’ kavramının bir biçimde yer almadığı bir uluslararası insan hakları belgesine rastlamak da hemen hemen olanaksızdır. Böylesi yaygın olan bu kavramın ne olduğu oldukça uzun bir açıklamayı gerektirir ancak bu metnin kapsamı dahilinde ve otonomi kavramıyla da ilişkilendirilerek kısaca söyle ifade edilebilir. Her insan kendinde, kendisi için bir amaçtır yani salt bir araca indirgenemez ne denli yüce olursa yalnızca bir amacın aracı olarak kullanılamaz, hatta bunu kendi de istese mümkün değildir! Peki neden? İnsan otonom bir varlıktır da ondan. Yani tüm evrende, doğada temel yasa olan nedensellik yasasına tabi olmama, onu aşma potansiyeline sahip tek varlıktır da ondan. Bunun anlamı insanın kendi hareketlerinin nedeninin kendi iradesi olmasıdır. Bu ise yalnızca insanın sahip olduğu bir ayrıcalıktır ve bu doğal potansiyel normatif düzeyde ona ‘hak’ sahibi olma olanağı verir. Böyle bir varlığın iradesini hiçe saymaksa onun potansiyelini inkar etmek, onun 6 Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi - 2009/2 Türkbağ/Besiri o yapan belirleyici öğesine ihanet etmek anlamına geldiğinden ‘insan onuruna’ aykırıdır. Çünkü o onurun kaynağı kendi hareketinin nedeni olma olanağında içkindir. Yararcılığın cevabı ise biraz daha farklıdır. Yararcılığın (Faydacılığın), Bentham ve Mill’in eserlerinde geliştirilen görüşlerle ulaştığı insan hakları anlayışı yalnızca liberalizmin özünü oluşturmamış aynı zamanda özellikle Anglosakson siyaset ve hukuk (özelikle Austin sayesinde) teorisinde uzun yıllar hakim görüş hatta tek görüş olmayı başarmıştır. Bentham’ın Ahlak ve Yasamanın İlkelerine Giriş ile Mill’in Özgürlük Üstüne adlı eserlerindeki insan hakları temellendirmesi özetle şöyledir: İnsan psikolojisinin temelinde haz ve acı ikilemi vardır ve insanının temel hareket ettiricileri olan haz ve acı onun hissedebilen bir varlık olmasına bağlıdırlar, aslında belli ölçüde insan bu özelliği diğer bir kısım canlılarla da paylaşır. Dolayısıyla hissedebilen bir varlığa acı vermek için iyi ve sağlam bir nedene, ciddi ve makul bir gerekçeye ihtiyaç vardır. Aksi takdirde yaptığınız hareket hem ahlaka (çünkü yalnızca olanı değil olması gerekeni de belirleyen haz ve acıdır) hem de hukuka aykırı olur. Yani hissedebilen bir varlığın bu doğal niteliği ona haklar adı altında belirli bir davranış dizisi ya da sınırı getirir. Bu iki temellendirme de günümüzde birer çıkış noktası oluşturmaktadırlar pek çok versiyona sahiptirler. Yeni görüşler genelde bunları temel alan bileşkeler biçimindedir. Ancak özünde bunlara bir biçimde değinmeyen seküler bir düşünce yok gibidir. Bu temellendirmeler insanların kendilerini ve türdeşlerini anlamada ve onlara olan davranışlarını belirlemede hayati bir rol oynayabilirler ama yeter ki yukarıda anlatılan süreçlerde, insanların kişiliklerinin oluşumunda belirli bir paya sahip olabilsinler. Bu teorik değerlendirmenin ardından şimdide hukuk sistemimizde engellilerin hayata katılmasına ve bununla ilgili bir takım istatistiklere değinmekte yarar vardır. Ülkemizde Engellilerin Hayata Erişimi Engelli hakları ve özellikle eğitim hakkı konularına girmeden önce ilk olarak engelli popülasyonun genel özelliklerine kısaca değinmek faydalı olacaktır. Dünya Bankası verilerine göre dünyanın en yoksul toplumlarının %20’ sini ve Dünya Sağlık Örgütü verilerine ( WHO) göre genel olarak herhangi bir toplumun nüfusunun yaklaşık yüzde 10’ unu engelli kişiler oluşturmaktadır.1

 1 Arzu Besiri, “Yoksulluk Ekseninde Engellilerin Eğitimi” TBB Dergisi, S. 83, Ankara, 2009, s. 354- 355 

Engellilik ve Hayata Erişim 7 2002 Türkiye Özürlüler Araştırması sonuçlarına göre, engelli olan nüfusun toplam nüfus içindeki oranı %12.29’dur. Buna göre ülkemizde yaklaşık sekiz buçuk milyon kişi engelli olarak yaşamlarını sürdürmektedir.2 Türkiye genel nüfusunun % 13’ü okuma yazma bilmiyorken, engelli nüfusun % 36.3’ ünün okuma yazma bilmediği görülmüştür. Tamamlanmış eğitim durumuna göre engelli nüfus oranı verileri de genel nüfusa göre oldukça düşüktür. Engellilerin % 41’i ilkokul mezunudur. İlkokul sonrası eğitim düzeyi ise oldukça düşüktür. Yüksek okula devam eden engelli (ortopedik, görme, işitme ve dil-konuşma engelliler) oranı % 2.24’dür.3 Bu olumsuz tablo, aynı zamanda yoksulluğun da göstergesidir. Eğitimsiz engelliler, istihdam edilememekte, sosyal güvenceye sahip olamamaktadır. Bu tablonun ortaya çıkmasında en büyük iki engel elbette erişilebilirlik ve farkındalığın eksik oluşudur. Engellilerin eğitimi konusunda Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesinin 24. maddesinin 1. fıkrasında taraf devletlere eğitim- öğrenim hakkının ömür boyu olarak sağlanması yükümlülüğünün verilmesine karşın4 iç hukukumuzda böyle düzenlenmemiştir. İç hukukumuzda ancak 3 – 14 yaş arası çocuğun özel eğitim de dâhil olmak üzere eğitimi zorunludur5 . Fakat iç hukukumuzda engellilerin, engelleri dolayısıyla çoğunlukla okula geç başladıkları göz ardı edilmiş ve çoğu engelli yaş haddinden dolayı bu imkândan faydalanamamıştır. Ve engelliler bu gibi sebepler yüzünden eğitim olanaklarından yararlanamamaktadırlar. Eğitimde eşitliğin sağlanması ekonomik, sosyal ve siyasal sebeplerden ötürü sağlıklı insanlar arasında bile mümkün olmamaktadır. Bu şartlar altında engelli bireylerin eğitimde eşitlik ilkesinden yararlandığını söylemek mümkün değildir. Eğitimde eşitlik ilkesi sadece kanuni bir düzenleme olmanın ötesine geçememiştir. Türkiye’de hem engelli bireylerin eğitimini sağlayacak uzmanların yetiştirilmesinde ve istihdamında sorunlar yaşanmaktadır, hem de 2 DİE ve Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı “Aralık 2002 Özürlüler Araştırması” 3 DİE ve Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı “Aralık 2002 Özürlüler Araştırması” 4 http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/BM_Engelli.pdf 5 222 sayılı ilköğretim ve eğitim kanununun 3. maddesine ve MEB Özel Hizmet Birimleri Yönetmeliğinin 29.maddesinin 1. fıkrasına göre yazılmıştır. 8 Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi - 2009/2 Türkbağ/Besiri engellilerin eğitim görebilecekleri derecede yeterli ve donanımlı eğitim kurumları bulunmamaktadır.6 Özel eğitim çoğunluktan farklı ve özel gereksinimli çocuklara sunulan, üstün özellikleri olanları yetenekleri doğrultusunda kapasitelerinin en üst düzeye çıkmasını sağlayan, yetersizliği engele dönüştürmeyi önleyen, engelli bireyi kendine yeterli hale getirerek topluma kaynaşmasını, bağımsız, üretici bireyler olmasını destekleyecek becerilerle donatan eğitimdir. Özel eğitime ihtiyacı olan engel gruplarının hepsi için özel eğitim sağlanamamaktadır. Ülkemizde yüz binlerle ifade edilen özel eğitim gerektiren çocuktan sadece 50 bin kadarı bu eğitimden yararlanabilmektedir. Özel eğitim alanlar genelde; görme, işitme ve zihinsel engellilerdir. Hem öğrenci kapasitesi hem de özel eğitim almış eğitimciler itibariyle bu alanda yapılanma eksikliği büyüktür.7 Kaynaştırma eğitiminin (engellilerle tabi normal eğitime elverişlidir raporu verilen engellilerle, engelli olmayan bireylerin beraber eğitim alması) uygulandığı okulların müdürlerinin bazılarının “okulumuzdaki öğretmenler şimdi bu engelli öğrenciye nasıl davranacağını bilemez” diyerek öğrenciyi kabul etmemesi göz göre göre çiğnenen eğitim hakkına bir örnektir. Özürlüler İdaresi’ nin yapmış olduğu araştırma baz alınarak tespit edilen bölgeler ve engel gruplarına göre özel eğitim planlamasının yapılması ve bu okulların ülke genelinde yaygınlaştırılması ve engellilerin de bu eğitimden yararlanması sağlanmalıdır.8 Özel eğitimin gelişmesi için üniversitelerin engelli eğitimi veren bölümlerinde araştırma ve uygulamalar desteklenmeli, engellilerle ilgili “uygulama, araştırma merkezleri” kurulması teşvik edilmelidir.9 Özel eğitimin yapılabilmesi için engel grupları hakkında istatistik bilgilerin tespiti doğrultusunda engelli bireylerin eğitim hizmetlerinden yararlandırılması gerekmektedir. Yapılan eğitimlerde kaynak israfının önlenmesi için bilinçli ailelerin katılımına da izin verilmeli ve fikirleri alınmalıdır.

 6 Besiri, s. 362 7 Besiri, s. 365 8 Besiri, s. 366 9 Kasım Karakaş, “Engellilerin Toplumla Bütünleşme Sorunları”, Ufkun Ötesi Bilim Dergisi, C.2, S. 2, Kasım 2002. Engellilik ve Hayata Erişim 9 Engelliliğine rağmen toplum hayatında, başkalarıyla eşit düzeyde yer alma fırsatlarından yararlanabilme şansına sahip olması halinde kişi , engelli olmaktan çıkmaktadır. Engelliliğin ortadan kaldırılması, bir başka ifadeyle engellilerin sosyal hayata eşit katılımının sağlanması sosyal devletin aktif sosyal politikaları ve sosyal duyarlı kesimin katkılarıyla mümkündür. Engelli öğrencilerin mevcut durumlarıyla ilgili aylık, dönemlik ve yıllık gelişimleri takip edilmelidir, tüm engelli çocukların sağlıklı bir eğitim alabilmesi için uygun ve yasal süreç içinde fiziki ortamlarının düzenlenmesi tamamlanmalıdır. Tüm ilköğretim okullarında görev yapmakta olan öğretmenlerin özel gereksinimli çocuklar ve özel eğitim, öğretim stratejileri konusunda en az 180 saat hizmet içi eğitimden geçirilmesi gerekmektedir ve özel eğitimde yaş sınırına bakılmadan tüm engellilere hizmet sunulması için yasal düzenlemeler yapılmalıdır.10 Engellilerin içinde yaşadıkları fiziksel çevre, fiziksel işlev bozukluklarının yol açtığı sınırlamalar sebebiyle büyük önem taşımaktadır. Yaşanılan konutlardan, kamusal yaşam alanlarına ve ulaşım araçlarına kadar tüm çevresel düzenlemelerin engellilerin özellikleri dikkate alınarak tasarlanmadığı açıkça ortadadır. Böyle yapılması aynı zamanda yapılan ayrımcılığa işaret etmekte ve bu ayrımcılıkla savaşmanın elzem olduğunu göstermektedir. Engelli kişi mevcut düzene uyum sağlayabildiği ölçüde engelli olmayanlarla beraber yaşayabilmekte aksi takdirde toplumdan dışlanmaktadır.11 Halbuki bütün bu düzenlemeler, engellilerin topluma katılmasını sağlayacak bir biçimde yapılabilir. Bunun için fiziksel çevrenin yapılandırılmasında sorumlu kişi ve kuruluşların engelli kişiler konusunda bilgili olması, bilinçli ve duyarlı davranmaları sağlanmalıdır. Bu amaçla fiziksel çevrenin tasarlanması ve yapılandırılması süreçlerinde engellilerin, ailelerinin ve sivil toplum örgütlerinin katılımı sağlanmalıdır. Örneğin metrobüs duraklarına ulaşımın ve yararlanımın engellilere yönelik olmamasından dolayı idare mahkemesinde İstanbul Büyükşehir Belediyesine dava açılmıştır. Büyük bir ihtimalle idare bu çevre düzenlemelerini yaparken bu sayılanların görüşünü almamıştır, eğer alsaydı yapılan çevre düzenlemeleri mahkemelik olmazdı. 

10 Besiri, s. 372-373 11 www.yok.gov.tr, Serhat Özgökçeler, Sosyal Dışlanma Sorunsalı ve Engellilerin Sosyal Politikası Bağlamında Değerlendirilmesi, Uludağ Üniversitesi Çalışma Ekonomisi Anabilim Dalı, Bursa, 2006. 10 Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi - 2009/2 Türkbağ/Besiri Engellilere diğer  vatandaşlar gibi başarılarını göstererek fırsat  sağlamak için; engelli olarak tanımlanan bireyleri, toplumun ayrı bir kesimi olarak nitelemek yerine engellileri toplumun bütünleşmiş bir parçası olarak algılayabilmek ve her türlü mekanda da buna olanak sağlayabilmek gerekmektedir. Kamusal binalara erişim, açık alanların düzenlenmesi, toplu taşımacılık ve  trafik düzenlemeleri konularında yerel yönetimler meselenin  sorumlusu ve yetkilisi olarak çözüm getirmek ve bütün bunları yaparken Özürlüler İdaresi Başkanlığı ile sürekli işbirliğinde olmak zorundadır. 05.07.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5378 sayılı Özürlüler Kanununun geçici ikinci maddesinde “Kamu kurum ve kuruluşlarına ait mevcut resmî yapılar,  mevcut tüm yol, kaldırım, yaya geçidi, açık ve yeşil alanlar, spor alanları ve benzeri sosyal ve kültürel alt yapı alanları ile gerçek ve tüzel kişiler tarafından yapılmış ve umuma açık hizmet veren her türlü yapılar bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren yedi yıl içinde özürlülerin erişebilirliğine uygun duruma getirilir.12 “denmesine rağmen henüz belirgin olarak somut adımlar atılmamıştır. Kanunda yer alan yada yer almayan insan haklarından yararlanabilmek için önce erişilebilirlik ve ulaşılabilirliğin sağlanması gerekir. Fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel çevreye, sağlık ve eğitim hizmetlerine, bilgiye ve iletişime erişim engellilerin tüm insan haklarından ve temel özgürlüklerden tam yararlanmasını sağlamadaki önemli faktörlerdendir. Sözleşmenin erişilebilirlik adıyla düzenlenen 9. maddesinin 1. bendine göre; Taraf Devletler engellilerin bağımsız yaşayabilmelerini ve yaşamın tüm alanlarına etkin katılımını sağlamak ve engellilerin diğer bireylerle eşit koşullarda fiziki çevreye, ulaşıma, bilgi ve iletişim teknolojileri ve sistemleri dâhil olacak şekilde bilgi ve iletişim olanaklarına, hem kırsal hem de kentsel alanlarda halka açık diğer tesislere ve hizmetlere erişimini sağlamak için uygun tedbirleri alacaklardır.13 Yani devlet engellilerin hayatını kolaylaştırmak için gerekli tüm tedbirleri almalıdır. Fakat Taksim’ de bulunan Atatürk Kütüphanesi uzunca bir süre tadilat olmasına rağmen engellilerin kütüphaneden istifade etmesi için gerekli fiziki düzenlemeler yapılmamıştır. Sözleşmenin bu hükmü kamu iradesi tarafından göz göre göre çiğnenmiştir. Ya da kaynaştırma eğitiminin uygulandığı okulların müdürlerinin bazılarının “okulumuz bu öğrenci için elverişli değil” diye öğrenciyi kabul etme12 www.ozida.gov.tr 13 http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/BM_Engelli.pdf Engellilik ve Hayata Erişim 11 mesi de göz göre göre çiğnenen hakka başka bir örnektir. Yine de ülkemizde çok az da olsa fiziki düzenleme adına sevindirici gelişmeler olduğu da bilinmektedir. Ayrıca engellilerin diğer sorunlarından biri de haklarını bilmemeleridir. Oysa ülkemiz tarafından da onaylanan Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’ nin 8. maddesinin 1. fıkrasının a bendinde yer alan aile dahil toplumun her kesiminde engellilere yönelik bilinci arttırmak ve engellilerin hakları ve insanlık onurlarına saygı duyulmasını teşvik etmek ve yine aynı maddenin 2. fıkrasının c bendinde yer alan antlaşmaya taraf devletlerin acil, uygun ve etkin tedbirleri almayı taahhüt ettiğine dair “Tüm kitle iletişim araçlarında engellilerin işbu Sözleşme’nin amacına uygun bir yaklaşımla tanımlanmasını cesaretlendirmek” hükmü maalesef tam anlamıyla devletimiz tarafından uygulanamamıştır. Engellilerin daha iyi ve yakından tanınması sağlanarak, önyargılar kırılamamıştır. Yine aynı maddenin 2. fıkrasının d bendinde yer alan engellilere ve haklarına ilişkin bilinci artırıcı eğitim programlarını desteklemek hükmü gerçekleştirilememiştir.14 Engellilerin engelli maaşı gibi maddi konular haricinde ( hatta bazıları bundan da haberdar değil ) bilgilendirilmesi eksik olunca, engelli kişiler haklarının ihlal edildiğini bilseler dahi, nereye ve nasıl başvuracaklarını bilmemekte ve haklarını arayamamaktadırlar. Örneğin; Karayolları Taşıma Yönetmeliği’ nin 57. maddesine dayanarak; şehirler arası otobüslerde %40 ve üzeri engellilere %30 indirim yapılmaktadır.15 Bu yönetmelik değişmeden önce ise %40 ve üzeri engellilere %50 indirim yapılacağı belirtilmişti. Karayolu Taşıma Kanunu’ nun 11. maddesine göre; Ücret tarifelerine uyulması ve bu tarifelerin görülebilecek şekilde işyeri, terminal ve bilet satış yerlerine asılması ve taşıtlarda bulundurulması zorunludur.16 Fakat bu düzenleme de firmaların çalışanlarının yönetmelik düzenlemesini bilmemesi ve firmaların kanundan doğan sorumluluklarını yerine getirmeyip, bu tarifeleri gerekli yerlere asmamaları yüzünden uygulanamamıştır. Bu gibi aksaklıkların önlenmesi için, özellikle devlet, kendi kanallarında engellilerin haklarının anlatımını içeren konulara yer vermelidir. Engelliler de haklarını öğrenmek için çaba göstermelidirler ve haklarını aramaktan da vaz14 http://www.unicankara.org.tr/doc_pdf/BM_Engelli.pdf 15 www.ozida.gov.tr 16 www.ozida.gov.tr 12 Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi - 2009/2 Türkbağ/Besiri geçmemelidirler. Engelli haklarının kullanılabilmesi için engelliler sosyal yaşama katılmalı ve hukuktan da destek almalıdırlar. Aslında tüm insan hakları bir bütündür ve birbirlerini desteklemektedirler. Biri olmadan bir diğer hakkı kullanmak zordur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ nın 90. maddesinin 5. fıkrasında “ Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 07/05/2004 - 5170 S.K./7. md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” denilmiştir. Yani T.C. Devleti uluslar arası sözleşmelerde yer alan yükümlülüklerine uymak zorundadır. T.C. Devleti ise BM Engelli Hakları Sözleşmesini kabul etmiştir. Yani T.C. Devleti BM Engelli Hakları Sözleşmesindeki yükümlülüklerini yerine getirmek zorundadır. Son olarak şunu söylemek istiyorum: Engelli haklarının sadece kanunlara ve sözleşmelere yani yasal mevzuata girmiş olması yetmez, ayrıca bu hakların uygulanabilir olması gerekir. Engellilerin kanuni haklarını bilmeyen ve bu Kanunları uygulamakla görevli memurlar ve diğer yetkili kişiler engellilere bir dizi sorun çıkarmaktadırlar. Bu ve benzeri aksaklıkların önlenmesi için öncelikle ilgili bu kişilere bu haklar konusunda eğitim verilmesi zorunludur. Fakat burada verilmesi önerilen eğitimden çok daha önemli olanı toplumun engellilere karşı olan ön yargılarını kırmak, fırsat verilirse engellilerin de çok başarılı olabileceklerini topluma anlatmak ve farkındalık sağlamaktır. İşte bu yüzden anaokulundan başlayarak engellilerin öteki olmadıklarını anlatan eğitimlerin verilmesi gerekmektedir. 


Galatasaray Üniversitesi Konferans

24 Aralık 2020 Perşembe

DEVLETLERİN ULUSLARARASI SORUMLULUĞU

 Uluslar arası hukukta devletin statüsü, sorumluluk kavramıyla, sorumluluk kavramı ise devletin egemenliğiyle doğrudan ilgilidir. Egemenlik kavramı; bağımsız yargıyı, haklarda eşitliği ve yasal sınırlamalar dahilindeki eylemlerde özgürlüğü simgeler. Dolayısıyla sorumluluk ilkesi, uluslar arası hukuk kapsamındaki yükümlülüklerin iyi niyetle yerine getirilmesine işaret eder.

1 Devletlerin sorumluluğu hukuku esas olarak bir devletin uluslararası bir yükümlülüğün ihlalinden nasıl ve ne zaman sorumlu tutulması gerektiği konusunda konulmuş ilkelerden meydana gelmektedir.

 Devletlerin sorumluluğu kuralları belli bazı yükümlülükler ortaya koymaktan çok bir uluslararası yükümlülüğün ne zaman ihlal edildiğini ve bu ihlalin sonuçlarını belirler.2 Devletlerin sorumluluğunun doğması için iki veya çok devlet arasında uluslar arası yükümlülüklerin bulunması ve bu yükümlülüklerin ihlal edilmesine yol açacak bir eylem gerekmektedir. Uluslararası bir yükümlülüğünde ihlali bu yükümlülüğün gereklerine aykırı davranmayı ifade eder.

İhlalin kaynağı, devletin uluslar arası haksız faaliyetinden doğan uluslar arası sorumluluğunu etkilemez. Devletin üstlendiği yükümlülükler yürürlükte kaldığı sürece, devletin yükümlülüklere uygunluk göstermeyen faaliyetleri, yükümlülük ihlali sayılır.3

Bir devlet herhangi bir eylem nedeniyle sorumlu tutulmadan önce zarar ile yükümlülüğü ihlal ettiği iddia edilen devlete atfedilebilecek bir misyon veya resmi bir eylem arasında nedensellik bağı olduğunun kanıtlanması gerekir.4

Bazı durumlarda, uluslar arası haksız faaliyete bağlanamayan ve bundan ötürü de devlet sorumluluğunu gerektirmeyen, ancak ortada bir zararın bulunduğu durumlar görülebilmektedir. Zarar gören devletin bu durumu kabul etmesi, zarar gören devletin zararın oluşumunda kusurunun bulunması, meşru müdafaa, zararla karşılık, zorlayıcı neden ( mücbir sebep ) ve zaruret hali devletin sorumluluğunu ortadan kaldırır.5

Devletler onayladıkları sözleşmelerle bu sözleşmelerde yer alan yükümlülükleri yerine getireceklerine dair sorumluluk altına girmektedirler. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ nın 90. maddesinin 5. fıkrasında “ Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 07/05/2004 - 5170 S.K./7. md.)
 Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.6 “ denilmştir. Devletler uluslar arası sözleşmelerde yer alan yükümlülüklerine uymak zorundadır. Eklenen yeni cümleyle insan hakları hukukunu ilgilendiren konular da uluslarası koruma mekanizmaları içindeki sözleşmelerle koruma altına alınmıştır ve artık insan hakları hukukunu ilgilendiren konular devletlerin iç sorunu değildir. Devlet bu yükümlülüğüne halel getirecek işlemler yaptığında ihlal gerçekleşir ve devletin uluslar arası sorumluluğu doğar.


KAYNAKÇA


Azarkan, Dr. Ezeli, Nuremberg’ ten La Haye’ ye: Uluslar arası Ceza Mahkemeleri
http://www.turkhukuksitesi.com/makale_789.htm
Azarkan, Dr. Ezeli, Nuremberg’ ten La Haye’ ye: Uluslar arası Ceza Mahkemeleri

http://www.turkhukuksitesi.com/makale_789.htm

Azarkan, Dr. Ezeli, Nuremberg’ ten La Haye’ ye: Uluslar arası Ceza Mahkemeleri

www.hukukcu.com

20 Haziran 2020 Cumartesi

COVID 19 HASTASI KİŞİLERİN HASTANEDEN KAÇMASININ HUKUKİ SONUCU


 

 

                                        “Hastalığa tutulmamak, hasta olup da iyileşmekten daha iyidir.”

                                                                                                                                      Erasmus

Giriş

Dünyayı paylaştığımız canlılar arasında ancak mikroskopla görebileceğimiz mikroplar, bakteriler ve virüsler var. Tarihi insanlık tarihinden çok daha öncelere gittiği düşünülen mikroorganizmaların insanlığın bireysel, toplumsal, kültürel ve ekonomik alanlarına gösterdiği etkiler tahminlerimizin çok ötesindedir.[1]  Bağışıklık sistemimiz ve günümüz tıbbının imkanları çoğu zaman bizi korusa da bahsettiğimiz mikroorganizmalar bizden daha güçlü ve dayanıklıdır.  Öyle ki bazı bakteriler kendi vücudumuzda bize zarar vermiyorken, başkasından alındığında ölümcül olabilir.

Günümüzün en önemli ve önlenmesi en zor durumlarından biri de bulaşıcı hastalıklardır. Pandemi; dünyada birden fazla ülkede veya kıtada, çok geniş bir alanda yayılan ve etkisini gösteren salgın hastalıklara verilen genel isimdir. Bir hastalık veya tıbbi durum sadece yaygın olması ve çok sayıda insanın ölümüne yol açması nedeniyle pandemi olarak nitelendirilemez, aynı zamanda bulaşıcı olması gereklidir.  Pandemi, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından ilan edilir.

Pandeminin toplum düzeyindeki etkisi virüsün bulaşıcılığına, hastalık oluşturma yeteneğine (virülansına), toplumdaki bireylerin bağışıklık durumuna, bireyler arası temas ve toplumlar arası ulaşım özelliklerine, risk faktörlerinin varlığına, sunulan sağlık hizmetlerine ve iklime bağlı olarak değişiklik göstermektedir.

 

 

 Enfeksiyondan[2]  korunma ve kontrol önlemlerini uygulayarak; enfeksiyonun toplumda yayılmasını azaltmak ve böylece pandeminin erken dönemlerinde enfekte[3]  olacak kişi sayısını ve pandemi nedeniyle ortaya çıkacak vakaları azaltmak mümkündür.[4] 

Koronavirüs hastalığı (COVID-19) yeni bir virüsten kaynaklanan bulaşıcı bir hastalıktır. Yeni ortaya çıkan virüsün insandan insana kolay bir şekilde hızlıca yayılıyor olması önemli kriterlerdir.

Bir Vakanın Dava Konusu Olabilme Şartı

Kanunun suç saydığı bir eylem dolayısıyla kişinin cezalandırılabilmesi için, kural olarak eylemin kasten işlenmiş olması gerekir. Ancak, kanunda bir eylemin taksirle dahi işlenmesinin suç olarak tanımlanması halinde, taksirle gerçekleştirilen eylemler de cezalandırılabilirler.[5] Ceza hukukunda, suç genel teorisinin önemli inceleme konularından belki de en önemlisini kusur-kusurluluk kavramları oluşturmaktadır.[6] Suç teorisine göre, tipe uygun ve hukuka aykırı bir eylemin yapılmış olması failin sorumluluğu için yeterli değildir. Failin söz konusu eylemi gerçekleştirirken kusurlu olması da gerekir. Kusur, çağdaş ceza hukukunun en temel kavramlarından biri olup, ceza hukukuna asıl anlamını veren, cezai sorumluluğun temelini ve gelebildiği en önemli noktayı oluşturan, maddi gerçeğe ulaşmak için aranması gerekli vazgeçilmez ilkelerden birisidir. Sonuç olarak failde temel kusur sebeplerinden kast veya taksirin olması gerekir.[7]  

 

 

 

 

Kast

 Kast TCK md. 21’de yer alır, kanunda öngörülmüş objektif suç unsurlarının somut olayda bilinmesi ve istenmesi ile oluşur. Kısacası kastın bilme ve isteme unsurlarına dayandığı kabul edilmektedir. Yani failin iradesi sonucun gerçekleşmesine yöneliktir. Bir fiilin suç olarak nitelendirilebilmesi için, kişinin bunu maddi olarak gerçekleştirmesi yetmez, aynı zamanda kusurlu olarak gerçekleştirmiş olması da aranır.[8] Dönmezer/Erman ise kastı, “öngörülen ve suç teşkil eden bir fiili gerçekleştirmeye yönelen irade” şeklinde tarif etmiş ve bu tarifte suç teşkil eden, daha doğrusu tipe uygun bulunan, fiilin düşünülmesi, öngörülmesi ve bundan başka bunu gerçekleştirmeye yönelen bir iradenin bulunması unsurlarının birlikte yer alması gerektiğini belirtmiştir.[9] 

Kast doğrudan ve olası kast olmak üzere ikiye ayrılır. Doğrudan kast, failin kanunda suç olarak tanımlanan bir fiil yaptığını “bilmesi” ve bu fiili “istemesi” ile vücut bulur. Fail, suç teşkil eden fiilin gerçekleşmesine yönelik bir iradeye sahiptir (TCK m.21/1). Olası kast, kişinin, suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, adeta umursamadan, neticenin gerçekleşmesini göze alarak, “olursa olsun” şeklinde düşünerek fiili işlemesidir (TCK m.21/2). Olası kast halinde fail, neticenin meydana gelmesini “mümkün” ve “muhtemel” olarak öngörmesine rağmen gerçekleşmesini istememekte, tercih etmemesine rağmen, neticenin gerçekleşme ihtimalini kabullenerek fiili işlemektedir.[10] Bu halde ise, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet hapis cezasına, müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmi yıldan yirmibeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur; diğer suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına kadar indirilir.[11]

Taksir

Taksir ise TCK M.22’de yer alır, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir. Buna göre taksir, genel olarak, istenen bir davranışın istenmeyen sonucundan sorumluluktur. Başka bir anlatımla taksir, zararlı bir neticenin meydana gelmemesi için gereğini yapmamak veya yapılması gerektiği gibi yapmamaktır.[12] Dönmezer/Erman’a göre, taksirli suçlarda kanun koyucu, failin göstermesi gerekli dikkat ve özeni göstermeyerek, öngörmesi mümkün olan neticeyi de öngörmemesi üzerine sebep olduğu hukuka aykırı sonuçtan dolayı, kanunda açıkça sorumluluğunu benimsemiştir. Dolayısıyla gereken dikkat ve özene rağmen, neticenin öngörülmesi mümkün değilse, taksirden söz edilemez.[13]

 Toplumda kişilere ödev ve sorumluluklar yükleyen yazılı ve yazılı olmayan davranış kuralları mevcuttur. Bu davranış kuralları, insanın eylemleriyle başkaları açısından yaratabileceği sınırsız tehlikeli veya zararlı sonuçları önlemeye ya da bu tehlikeleri sosyal yönden kabul edilebilir sınırlar içinde tutmayı hedeflemektedir. Kişilerin, bu kurallara aykırı davranmaları    sonucu ortaya çıkabilecek tehlikeli sonuçların yol açacağı haksızlığa neden olmamaları bakımından, davranışlarında özenli olmaları gerekir. Davranışında özenli olmak, tedbirli, dikkatli olmak, meslek ve sanatta acemi olmamak emirlere ve nizamlara uymak demektir. Şüphesiz özensiz davranarak başkalarının çıkarlarına istemeden zarar veren bir kişi bu davranışının sonuçlarına katlanmak zorundadır. Taksirli bir davranışın cezai sorumluluk doğurabilmesi için, kanunilik ilkesinin bir gereği olarak o davranışın kanunda ayrıca bir suç sayılmış olması da gerekir. Gerçekten failin fiili bir suç tanımına uysa bile o suçun kanunda taksirli şekli öngörülmemişse, fail fiilinden sorumlu olmayacaktır.[14] Kanun koyucu taksirli suçların faillerini cezalandırmakla onların topluma karşı dikkatli, özenli davranmalarını sağlamaya çalışmaktadır.[15]

1- Eylem taksirle işlenebilen bir suç olmalıdır.

2- Hareket iradi olmalıdır.

3- Sonucun istenmemesi gerekir.

4- Hareket ile sonuç arasında nedensellik bağı bulunmalıdır.

5- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması gerekir.

Yukarıda belirtilen şartların olması halinde taksirli suçun varlığından söz edilebilir.[16]

Taksir, basit ve bilinçli taksir olarak ikiye ayrılır. Basit taksir; failin öngörülebilir bir neticeyi “öngörmeyerek” dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı bir hareketle fiili işlemesidir. Basit taksir için “bilinçsiz taksir” , “adi taksir” gibi ifadeler de kullanılmaktadır. Bilinçli taksir; failin “öngördüğü” neticeyi istememesine rağmen, kural ihlali yaparak veya şans, kişisel yetenek vb. etkenlere güvenerek hareket etmesi ile fiili işlemesidir.[17]

Bilinçli taksirde istenmeyen netice fiilen öngörülürken, taksirde öngörülmemesi bilinçli taksiri, taksirden ayıran özelliktir. Bilinçli taksirde gerçekleşen sonuç, fail tarafından öngörüldüğü halde istenmemiştir. Gerçekten neticeyi öngördüğü halde, sırf şansına veya başka etkenlere, hatta kendi beceri veya bilgisine güvenerek hareket eden kimsenin tehlikelilik hali, bunu öngörememiş olan kimsenin tehlikelilik hali ile bir tutulamayacaktır. Neticeyi öngören kimse, ne olursa olsun, bu sonucu meydana getirecek harekette bulunmamakla yükümlüdür (YCGK-K.2014/162).

Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin bilinçli taksire ilişkin 05.12.2012 tarih ve 2012/3970 Esas, 2012/26243 Karar sayılı kararında; “Sanığın, olay günü kayınbiraderine ait bahçede bulunan masada 4 kişi alkol alırken yanlarına gelerek onlara katıldığı, yanında bulunan tabancasıyla havaya iki kez atış yaptığı, beyanına göre, tabancasında her zaman iki mermi taşıdığı için emniyete almadan beline takarken silahın ateş alması üzerine sağında oturan T. Ö.ye merminin isabet ederek ölümüne neden olduğu olayda, sanığın mesleki tecrübesi, atış yaptığı ortam, olayın gelişimi bir arada değerlendiğinde, eyleminde bilinçli taksirin unsurlarının gerçekleştiği gözetilmeden, basit taksirle öldürme suçundan hüküm kurulması,” şeklindeki gerekçeyle, emekli asker olan sanığın, mesleki tecrübesi gereği öngörebildiği neticeyi engelleyecek davranışta bulunmaması (silahın emniyet kilidini kapatmaması), bilinçli taksir olarak nitelenmiştir.

Her somut olayda neticenin öngörülebilir olup olmadığı, fail tarafından öngörülüp öngörülmediği ve sonucun fail tarafından istenip istenmediği, somut olayın özellikleri göz önünde bulundurularak irdelenmelidir. Örneğin; Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 21.05.2012 tarih ve 2011/19317 Esas, 2012/12647 Karar sayılı kararında, “Gizli buzlanmanın olduğu kaygan yolda aracının direksiyon hakimiyetini kaybederek şaranpole yuvarlanıp takla atması sonucu D.K.nin ölümüne ve kendisinden şikayetçi olmayan İ.S, Ö.K ve E.K.nın basit tıbbi müdahale ile giderilebilir derecede yaralanmalarına neden olan sanığın eyleminde bilinçli taksirin unsurlarının bulunmadığı” şeklindeki gerekçesiyle, failin gizli buzlanma durumunu öngörmesinin kendisinden beklenemeyeceği olayda, bilinçli taksirin unsurlarının oluşmadığı belirtilmiş iken; konuya ilişkin 01.10.2012 tarih ve 2012/1131 Esas, 2012/20315 Karar sayılı başka bir kararında, “Tecrübeli otobüs şöförü olan sanığın tipi ve fırtınalı havada, mağdurların beyanına göre daha önce polisin zincir takması için uyarısına rağmen yola devam etmesi üzerine, Kırıkkale Samsun yolu 22. Km’sinde direksiyon hakimiyetini kaybederek sağdaki şarampole devrilmesi ile meydana gelen kazada, hava ve yol koşulları, sanığın savunması ve deneyimli şöför olması, polisin zincir takması hususundaki uyarısı da gözetildiğinde, bilinçli taksirin uygulanma koşullarının oluştuğu” şeklindeki gerekçeyle, failin olayın özelliği ve kişisel tecrübesi gereği öngörebildiği neticeyi önleyecek davranışta ( zincir takmaması ) bulunmaması, bilinçli taksir olarak kabul edilmiştir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2013/636 E. 2015/21 K. sayılı kararında  “…karşı yönden gelen trafik araçlarının kullandığı bölüme bilerek girdiği, ters yönde olduğu bilinciyle aracını sürmeye devam ettiği, karşı istikametten gelen bir araca ya da yayaya çarparak yaralama ya da ölüme neden olabileceğini öngördüğü halde tecrübesine, şoförlük yeteneklerine, yolun boş olacağı ihtimaline, özellikle de şansına ve karşı istikametten gelenlerin kendilerini koruma yönünde dikkatli davranacaklarına güvendiği, böyle bir zanla objektif dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı hareket ederek öngördüğü ancak istemediği neticeye neden olduğu anlaşılmaktadır.” Denilmek suretiyle; istemediği ancak öngördüğü sonucun meydana gelmesini engelleyecek olan objektif özen yükümlülüğüne uygun davranmayan sanığın meydana gelen ölüm olayında bilinçli taksirle hareket ettiği kabul edilmelidir.” Yönünde karar vermiştir.[18]

 

Değerlendirme

Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kişilerin başkalarına zarar vermemek için bazı tedbirleri almaları ve bazı davranış kurallarına uymaları gerekmektedir. Bu kurallar birlikte yaşama zorunluluğundan kaynaklanabileceği gibi, devletin müdahalesinden de doğabilir. Taksirli suç, bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir. Taksirli suçta fail; dikkatli, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için ceza yaptırımı ile karşılaşır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle sebep olmaktan kaynaklanmaktadır.[19]

Toplumdaki bireyler, başkaları yönünden zararlı veya tehlikeli olabilecek belirli bir faaliyeti gerçekleştirdiği esnada, bunları bir takım tedbir kurallarına uygun şekilde yapmak yükümlülüğü altındadır. Özellikle vurgulayalım ki; kural ihlalleri nedeniyle oluşan tüm neticeler bakımından suç bilinçli taksirle işlenmiş olur.[20] Bu halde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır.  Taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir.[21]

Dolayısıyla Covid 19 hastası kişilerin hastaneden kaçması da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Hasta kişi neticeyi öngörmesine rağmen karantina veya tedavi süresine uymayarak hastaneden kaçıp kuralı ihlal etmiştir. Bu ihlal neticesinde başka kişilerin dolaylı yollardan hasta olmasına, ölmesine sebep olabileceği gibi direkt dokunarak da hasta olmasına ya da ölmesine sebep olabilir.

Yargıtay kimi ağır kusurluluk hallerinde, olayda öngörme unsurunun olup olmadığını araştırmaksızın bilinçli taksirin varlığını kabul etmektedir. Örneğin; Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 19.04.2012 tarih ve 2012/14241 Esas, 2012/10581 Karar sayılı kararında, “Sanığın yönetimindeki minibüs ile 246 promil alkollü vaziyette seyri sırasında tali kusurlu olarak kazaya sebebiyet verdiği olayda, Adli Tıp Kurumu’nun bilimsel verilere dayanarak oluşturduğu görüşlere ve dairemizin yerleşmiş uygulamalarına göre, 100 promilden fazla alkol miktarının güvenli sürüş yeteneğini ortadan kaldıracağından, bilinçli taksir hükümlerinin uygulanmaması gerektiğine ilişkin tebliğnamedeki görüşe iştirak edilmemiştir.” şeklindeki gerekçesiyle, olay anında 100 promilin üzerinde alkollü olarak araç kullanan sanığın, güvenli sürüş yeteneğinin bulunmadığı, dolayısıyla bu alkol düzeyi üzerinde araç kullanan sürücünün neden olduğu kazayı öngördüğü ve fakat yine de araç kullanmakla bilinçli taksir halinde suçu işlediği kabul edilmiştir.[22]

Covid 19 testi pozitif çıkan hastaların hastaneden veya karantinadan kaçmaları ağır kusurluluk haliyle açıklanabilir. Bizde bu Yargıtay kararı ışığında diyebiliriz ki; Covid 19 test sonucu pozitif çıkan hastalar kimseye dokunmasalar bile, bilimsel olarak hastalığı taşıyıcı rol üstlendiklerinden ve başka kişilerin hastalanıp, onulmaz acılar çekip iyileşmesine veya hastalanıp ölmesine sebebiyet verdiklerinden bilinçli taksirle suçu işlemiş kabul edilmelidir.

Yasa koyucunun taksirle gerçekleştirilen bazı eylemleri suç olarak tanımlayıp, cezai yaptırıma bağlamasının sebebi; insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hâle gelen toplum hayatı içinde daha dikkatli davranmalarını temin etmek olduğunu söyleyebiliriz.[23] Covid 19 testi pozitif çıkan hastaların panik yaşayarak hastaneden kaçtığı söylense bile, ki bu sorumluluğu ortadan kaldırmamaktadır, yukarıda açıkladığım hususları gözönünde bulundurarak diyebiliriz ki; kişinin fiili suç oluşturmaktadır ve diğer kişilerin ölümüne yada hastalanmalarına sebebiyet verdiğinden bilinçli taksir hükümleri uygulanmalıdır. Fail,  neden olabileceği kötü sonuçları öngörmekte; ancak, şansına, yaşına v.s. güvenerek öngördüğü sonucun gerçekleşmeyeceğine inanmaktadır. Fail; fiili, kusuru olmadan işlese dahi ortada bir haksızlık vardır ve dolaysıyla da fiili suç olma niteliğini koruyacaktır. Fail belirli bir zararlı neticeyi önlemeye yönelik somut bir davranış kuralını ihlal ettiğinin tamamen bilincindedir. Dolayısıyla fail kendi davranışının zorunlu tedbir kurallarına uymadığının farkındadır. Failin bu kurallara uymamış olduğu ve tehlikeyi önlemek için gerekli davranış ihlalinin tespiti suçun oluşması için yeterlidir. Failin yani kaçan hastanın başkalarını taksirle öldürme ve yaralamaları kanunda yer almaktadır. Bilerek yani iradesiyle hastaneden kaçmıştır, fakat sonucu istememiştir. Hastaneden kaçması neticesinde fail diğer kişilerin ölmesine veya hastalanmasına sebep olmuştur. Ve en önemlisi bu öngörülebilir neticeye gerekli önem verilmeyip “ne olursa olsun” denmiştir.

Modern ceza hukukunun vazgeçilmezi olan ve kişinin cezalandırılması için, işlediği hukuka aykırı fiilin fail arasındaki bağ ile ortaya çıkması Covid 19 hastasının hastaneden kaçması neticesinde gerçekleşmiştir.

 Tüm bunların ışığı altında hastaneden kaçan Covid 19 hastalarının sebebiyet verdikleri hastalık ve ölümle sonuçlanan vakalarda bilinçli taksir hükümlerinin uygulanması gerektiğini söyleyebiliriz.

 

 

 

                                     

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] https://www.turkiyeklinikleri.com/article/tr-tarihte-onemli-bulasici-hastalik-salginlari-74183.html.
[2]   Enfeksiyonlar vücudumuzun her bölgesinde meydana gelebilen, bakteriler, virüsler veya parazitler tarafından oluşturulan ve bir kısmı bulaşıcı olabilen hastalıklardır. https://www.memorial.com.tr/bolumler/enfeksiyon-hastaliklari/.
[3] Virüs bulaştığından şüphe edilen kişiden, bir başka kişiye hastalık bulaşıyorsa bu durumda “enfekte oldu” tabiri kullanılıyor. https://www.milliyet.com.tr/gundem/enfekte-nedir-ne-anlama-geliyor-enfekte-olmak-ne-demek-oluyor-6178391.
[4]   https://www.medipol.com.tr/bilgi-kosesi/bunlari-biliyor-musunuz/pandemi-nedir-corona-virusu-neden-pandemi-ilan-edildi.
[5] Kayhan, İçel, Ceza Hukukunda Temel Kusurluluk Şekli “Kast”, https://ticaret.edu.tr/uploads/Kutuphane/dergi/s12/M00188.pdf.
[6] Mahmut, Gökpınar, Ceza Hukukunun Temeli “Kast”, http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2008-79-469.
[7] Cengiz, Topel, Çiftçioğlu, “Türk Ceza Kanununda Taksir”, http://www.ankarabarosu.org.tr/siteler/ankarabarosu/tekmakale/2013-3/2013-3-11.pdf.
[8] Mahmut, Gökpınar, a.g.e.
[9]   Dönmezer,S/Erman,S, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, Genel Kısım, C.II, 8. Basım, Filiz Kitapevi,
İstanbul 1983. C.II, s.233.
[12]  Zafer, Hamide; Ceza Hukuku Genel Hükümler, İstanbul, 2011, s. 235.
[13] Dönmezer/Erman, a.g.e., s.255 – 256.
[14] Cengiz, Topel, Çiftçioğlu, a.g.e.
[15] Artuk, Gökçen, Yenidünya, “Ceza Hukuku Genel Hükümler”, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2002.
[16] Suat, Çalışkan, “Taksirle Öldürme Suçu”, https://www.hukukihaber.net/taksirle-oldurme-sucu-makale,7568.html.
[18]   Onur, Yiğit, “Yargıtay Kararları Işığında Bilinçli Taksir Kavramı ve Unsurları”, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/155542
[19] Suat, Çalışkan, “Taksirle Öldürme Suçu”, https://www.hukukihaber.net/taksirle-oldurme-sucu-makale,7568.html.
[22] Onur, Yiğit, “Yargıtay Kararları Işığında Bilinçli Taksir Kavramı ve Unsurları”, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/155542.
[23] Suat, Çalışkan, “Taksirle Öldürme Suçu”, https://www.hukukihaber.net/taksirle-oldurme-sucu-makale,7568.html.