18 Haziran 2016 Cumartesi

DİRENİŞ

“ Bir başınıza değilsiniz,
Sizden farklı olanlar var.
Ve başka çareniz yok,
Ya birlikte yaşamayı öğreneceksiniz,
Ya da birbirinizi tüketeceksiniz. “


Sosyoloji düzenin nasıl işleyeceğini araştırır, nesnesi toplumsal davranış ve ilişkilerdir ve bunları açıklarken bazı kavramlara yer verir. Bu kavramlardan direniş toplumsal hareketlere potansiyel oluştururken, var olan stratejilerin de değiştirilebileceğini gösterir ve yapar.

Değişimi sağlayan faktörlerin başında insan, zaman ve mekan gelir ve direniş bu faktörlere bağlıdır. Direniş içinde değişimi barındıran bir sosyal gerçekliktir. Ayrıca bireyin konumunu da sorgular. Bir yandan farklı olma hakkına sahip çıkar ve bireyleri hakikaten birey yapan her şeyi vurgularken, öbür yandan bireyi parçalayan, başkalarıyla bağlarını koparan, cemaat yaşamını bölen, bireyi kendi üzerine kapanmaya zorlayan ve kısıtlayıcı bir biçimde kendi kimliğine bağlayan her şeye saldıran mücadeleler direnişi oluşturur. Bu mücadeleler tamamen “ birey “ den yana ya da “ birey “ e karşı olmayıp; daha çok , “ bireyselleşmenin yönetilmesi “ ne karşı yürütülen mücadelelerdir. Direnişin temel önemini başlangıçtan farklı biri haline gelmek oluşturur. Oyun ancak nasıl biteceği bilinmiyorsa zahmete değer. Bir toplum, bir iktidarın, sadece tek bir iktidarın uygulandığı üniter bir gövde değildir; bir toplum, gerçekte farklı ama yine de spesifiklerini muhafaza eden iktidarların yan yana gelmesi, ilişkisi, koordinasyonu ve hiyerarşisidir. Dolayısıyla iktidar bölgeleri vardır. Toplum, farklı iktidarlardan bir takımadadır. Direniş, engellilerin direnişi bu farklı iktidar bölgelerinde gerçekleştirilir.
Engellilik modern toplumda göz ardı edilmeyecek kadar belirginleşen ve bu süreçte de hem kavramsallaştırılması hem de bir fenomen olarak kapsamı sürekli olarak genişleyen dinamik bir olgu olarak karşımızdadır. Engellilik fenomeninin dinamik yapısı modernite ile doğrudan ilintilidir. Tarihin hiçbir döneminde toplumlar bu kadar nüfus barındırmadığı gibi belki de hiçbir dönemde de günümüz kadar risk altında değildi. Toplumlar bu kadar nüfus barındırdığı için, direnişler bu kadar çok olmakta ve aynı zamanda da politik olmaktadır.

Belirli bir ereğe varmak için başvurulan araçların gösterilmesi stratejiyi oluşturur. Stratejinin kurgusu, adı, tanımladığı alan değişik olsa bile, bu kurgunun altında, gündelik hayatta insan topluluklarının başvurduğu yollar, pratikler ve taktikler aslında sadece yeni zamanlara uygulanır. Kurguda önemli olanının inanç olduğu düşünülürse, inançların değişimiyle beraber kurgularda değişerek gündelik hayata uygulanmaktadır ve gündelik hayatın sosyolojisi “ totality “ dir. Çünkü; var olan, mevcut tecrübeler ile kişisel tecrübelerin birlikte incelenmesi gündelik hayatın sosyolojisidir. Kurguya karşı, gündelik hayatta direnişler gerçekleşir. Ağaç ve çiçekleri dışarıdan görürüz fakat toprağın altında göremediğimiz şeyler var. Orada humus var, bir hayat var. Bu gündelik hayata benzeyen bir şey; yukarıda olanlar aşağıyı da etkiler. Gündelik hayat içerisindeki kurgular ele geçirilip, değiştirilebiliyor. İnsanlık tarihinde ki değişimlerde böyle, alt yapı aynı kalmıyor. İşte engelli hareketleri de böyle. Sağlıklı bireylerin yani güçlü olanların ve onların dillerinin hakim olması engelli bireylerin direnişleriyle beraber değişmektedir. Engelli bireylerin verdikleri mücadelelerle artık yeni strateji bireyin sağlıklı veya engelli olmasına değil, birey olmasına bağlıdır.

Direnişe sebep olan isteklerin başında tanınma mücadelesi vardır. Vaktiyle yerine getirilememiş taleplerin yorumlanmasına ve kabul ettirilmesine ilişkin yürütülen kavgalar, yine kolektif aktörlerin yer aldığı ve onurlarının çiğnenmesine karşı çıkıldığı, meşru haklar uğruna verilen mücadelelerdir. Engelli hareketleri de bu meşru haklar için verilen mücadeleyi kapsar.

Engelliler direnişlerinde başarılı oluyorlar belki ama sosyal sorunlar üç aşağı beş yukarı aynı ve yeni biçimlerle devam ediyor. Konuyu açacak olursam, Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı Koordinatörlüğünde 7 Temmuz 2005 tarihinde kısa adı ile özürlüler kanunu çıktı. Bu kanunun gerekçesinde engelli bireylerin topluma eşit katılımının sağlanması, bağımsız yaşam becerilerinin kazandırılması ve eğitim ve rehabilitasyon hizmetlerinde eşit fırsatların sağlanmasının önemi belirtildi. Buna bağlı olarak çoğu yerde özel eğitim okulları ve tedavi merkezleri açılıyor, açılmakta fakat buralarda eğitmen eksikliği had safhada. Çünkü özel eğitim bölümü mezunu veren sadece beş üniversitemiz mevcut.

Engelliler orjinalitelerini, farklılıklarını keşfetmeye başladılar, değişim de buralardan gözlenebilir. Değişim, engellilerin kendi yapabileceklerini keşfetmelerine sebep olan yapabilme muktedirliğine sahip olduklarını fark etmeleri ve yapabileceklerini yapmaları için imkan veren dış dinamiklerin de oluşmasıyla başlamıştır. Kişisel deneyimlerin ve güçlü karakterlerin rolü direnişin gerçekleştirilmesi için önemlidir. Öznel deneyim biçimleri sorusallaştırmalar yoluyla oluşturulur, geliştirilir ve dönüştürülür.

Engelliler başarılarıyla nasıl olsa engelli başarılı olamaz yönündeki kurguları değiştirmişler ve toplum içinde hak ettikleri saygınlığa kavuşmuşlardır. Bu başarılı kişilere; görme engelli Anayasa hukuku doçenti Serap Yazıcı, milletvekili Lokman Ayva ve yine görme engelli ressam Eşref Armağan, işitme ve konuşma engelli oyuncu, yönetmen Levent Beşkardeş örnek olarak verilebilir. Engelli bireylerin sağlıklı diğer bireyler gibi sergiledikleri bu başarıları, kurguları değiştirirken stratejilerin ve taktiklerinde değişmesine sebep olmuştur. Koşulların yarattığı farklılıkları silmenin yolu doğal farklılıkları ortadan kaldırmak değil, insanların kimliklerini onaylamasından geçer. Başarılarını göstermek için engelliler farklılıklarını kabul etmeli ve kendilerinde ki eksiklikleri görmekten vazgeçmelidirler.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde insandan iki eli olan, iki ayak üzerinde dolaşan, sözle anlaşılan, akıl ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş canlı diye söz edilmesi engelli insanı tarif etmemekte dolayısıyla oluşturulan kurgu da başarılı olamamaktadır. Hatta bu engellileri tarif etmemekle beraber engelliler arasında bile ayrım yapmakta, bedensel ve zihinsel engellileri hesap etmemektedir. Artık bugün, engelliler bu insan tanımının homojenleştirici etkisine yeni taktiklerle cevap veriyorlar. Engellilere karşı devlet, toplum ve zihniyet yapısı farklılaşmıştır. Eski teoriye göre engelliler evde oturmalıdır zaten sağlıklı insanların da yaptıklarını yapamazlar.
Teori, gündelik hayattaki pratiklerden ve söylemlerden etkilenerek kendini yenileyebilir. Mesela okul genelde kafamızda sağlıklı insanların rahatlıkla gittiği bir yer iken artık onun içinde engelli olarak biz de yer alıyoruz. Okula da gideriz, toplum içinde farklı roller de üstleniriz. Kendimden örnek vermek istiyorum; çok zor hatta imkansız şartlar altında hukuk fakültesini bitirdim, avukat oldum, sağlığım için spor yapmaya devam ettim ve şu an yüksek lisans yapıyorum. Toplum içinde farklı roller üstlendim, yani direndim. Bu direniş sayesinde çoğu şeyi, hatta imkansız sayılacak şeyleri başardım. Gerçeklik algısını hikayemle değiştirdim. Kendi hikayemi yazarak engelliliğimi yönlendirdim ve kimsenin engelliliğinin aynı olmadığını göstererek, kendi gerçeğimi yarattım.

Burada inançların değişiminin etkisinden de söz etmek istiyorum. Ülkemizde bundan on, on beş yıl kadar önce engellilerin okula gidebileceğine hatta toplumda üst statüde roller üstleneceğine inanılmazken inanılanların değişimiyle beraber engellilerin toplumdaki statüleri de değişmiştir. Artık engelliler de her alanda varlar. Tıpkı baş örtülülerin çok değil bundan yirmi, yirmi beş yıl evvel okumayıp, evde oturacağına dair inanç gibi.

Bir şeye inandığımızda, aynı topluluğa üye olmuş, taraf olmuş oluyoruz. Önemli olan bu inancı şiddetle savunmak değil, onun bir parçası olmaktır. Örneğin ben engellilerin haklarını fazlasıyla savunmuyorum fakat hayatın içinde sağlıklı insanların yaptığı her şeyi yaparak kendi hikayemle inançları değiştiriyorum. Öyle ki hikayemle sadece engellilere direniş için güç vermekle kalmıyor, etrafımda ki sağlıklı insanlara da “ Ben yaptığıma göre sizde yapabilirsiniz yeter ki içinizde ki kuvveti ortaya çıkarın. “ mesajını veriyor ve hayatlarının değişmesine sebep oluyorum. Aklıma gelen bir örnek şu: benim daha hastaneden çıkar çıkmaz, hastalığımın üçüncü yılında hukuk fakültesini bitirmek için üstün bir gayretle sadece sınavlar için bile olsa okula gitmem ( derslere girmeme sağlığım müsaade etmiyordu ) ve o zorluklara rağmen ders çalışıp, başarılı olmam beni tanıyan bütün hocalarımı ve asistanları şaşırtmış; daha hukuk doktoru olamayanların doktor ünvanını almasına, diğerlerinin de kısa zaman dilimi içerisinde daha da yükselmesine sebep olmuştur. Hatta benimle konuşmak ve görüşmek, ne kadar çok zorlukla başa çıkarak mücadele ettiğimi dinlemek onları çok rahatlattı, teşvik etti ve daha fazla çalışmalarına neden oldu.

Modernliğin herkese teşmil edilebilecek, “ eşitlik ve aynılığa “ vurgu yapan evrenselciliği yerine “ farklılıklarımız “ daha çok dile getirilmeye başlandı. Bu dilde hem bir direniş var hem de farklılığın zenginlik olduğunu söyleyen yeni bir “ öz “ arayışı söz konusu. Bu yeni öz arayışı ve direnişler toplum içinde engelli bilincinin de oluşmasına sebep oldu.

Sağlıklı ve engelli insanların aralarındaki çatışmaların ötesinde temel değerler üzerinde anlaşmaları önemlidir. Bu değerler iki grubu da çok genel anlamda birbirlerini tanımaya götürecek olan insanlığın evrensel birlikteliğidir. İnsani figür basit bir figür değil, hem engellilerin hem de sağlıklı insanların oluşturduğu bir figür olmalıdır. Ve farklılıklar hayatı, hayatı paylaşmayı anlamlı kılar. Bu farklılık da içinde engelli ve engelli olmayan bireylerin sahip oldukları belli özelliklerle oluşur.
Sağlıklı bireylerin, engelli bireylere karşı tutumu; bilim, teknoloji ve uygarlığın gelişimiyle değişiklik göstermektedir. Bir dönem engelliyi öldürme, ıssız yerlere terk ederek ondan kurtulma yolları aranmıştır. Bu çoğunlukla engellilerin geçim ve korunma yönünden sağlıklı insanlara yük oldukları düşüncesinden kaynaklanıyordu. Bir dönem de engelliden kurtulmak yerine onları kötü işlerde çalıştırma yoluna gidilmiştir. Değirmenlerde su taşıyıcısılık, fahişelik, dilencilik gibi işlerde kullanılmışlardır. Tevhid dini ve bilimdeki gelişmeler sağlıklı insanların, engelliye karşı tutumunu da değiştirmiş, onların da insanca yaşama hakkı olduğu, olması gerektiği yaygınlaşmıştır. Fakat daha 20. yüzyılda Hitler’ in sağlıklı nesil oluşturma hayaline ters düşen engelli insanlar temerküz kamplarında hekimler tarafından kobay olarak kullanıldıktan sonra topluca fırınlarda yakılmışlardır. Bugün engellilerle birlikte yaşamanın mümkün olduğunu düşünen insanlar ve düşündüren koşullar mevcuttur. Ve bu hakların alınmasında direnişin rolü yadsınamaz. Bu direniş hem engellilerle hem de kendini başkalarıyla birlikte ele alan, başkalarının bireyselliğini de önemseyen sorumluluğa sahip kişilerce başarılmıştır. Sağlıklı olmanın bu direnişe katılmakta önemi yok, strateji herkesi kuşatıyor. Biz toplum içinde farklı pratikler yaşıyoruz. Yaşadığımız somut olaylar bizim direniş pratiklerimizi oluşturuyor. Örneğin daha iyi yaşam mücadelesi veriyoruz. Ortak bir takım talepler veya çıkarlar etrafında başka insanlarla bir araya geliyoruz. Engellilerin cemaatleri veya kültürel ilişkileri içinde bulundukları stratejiden bağımsız değil. İçinde olduğumuz strateji hegemonik ilişkileri, insanların uyumlulaştığı yerleri, toplumdaki güçlü grupların dayatmış olduğu normları, bu normlara karşı bireylerin, sınıfların, toplumsal aktörlerin vermiş oldukları cevapları içeren bir yerdir ve esas olarak kurgulanmış sınırlar içinde şekillenir. Kafamızda, tahayyülümüzde bir sınır oluşturur.
Türkiye’ deki engelli hareketlerinin niteliğini anlamak istediğimizde, söz konusu stratejiyi, yani Türkiye Cumhuriyeti’ nin sosyal politikalarını incelemek gerekiyor. Engelli hareketleri ya da bireylerin talepleri, çıkmazları ve sorunları, hepsi bu strateji içinde geçiyor. Stratejide şimdilerdeki bu değişim güçlü aktörlerin kolay ya da zorla kabul ettirdiği bileşenlere bağlıdır. Geçmişte de engelliler direndiler fakat başarılı olamayınca bu insanlar kendilerini başka türlü anlattılar. Engellilerin istekleri son bulmadı; başka ya da aynı insanlar da yeni bir dil vasıtasıyla vücut buldu. Engelliler önlerine çıkan engeller nedeniyle yönünü değiştirdi ama yollarına devam ettiler. İnsanlar içinde bulundukları stratejiye toplumsal olarak bir takım taktiklerle cevap vermeye devam ederler. Engelli hareketleri de geçirdiği dönüşümlerle birlikte, belirli bir dünya görüşü ve onunla bağlantılı stratejilerle dile getirilen direnişlere yol açmıştır. Bence sağlıklı bireylerin direnişlerinin sürekliliği olmadan engelli bireylerin direnişleri de hem oluşamaz hem de anlaşılamaz.

Engelli hareketleri bireylerin mutluluğunu ve engelli kültürünün oluşmasını sağlar, bunların yanında hakların kazanılmasına da öncülük eder. Kültür toplumsal aktörlerin idare ve kontrol etmeye çalıştıkları bir modeller ve kaynaklar bütünüdür. Kültürün yönelimi kolektif bir emekle, belirli bir topluluğun içinde bulunduğu hareket seviyesiyle belirlenir. Engelli kültürünün yapılanmasında zorlukları yenme gücü ve direniş hikayeleri önemlidir. Bu direniş hikayeleri ve tarihsellik düzeyi birlikte yaşam seyri teorisini oluşturur. Yaşam seyri teorisi birey ve çevresi arasında dinamik değişim ve etkileşim olduğunu varsayar. Kişilerin yaşam deneyimleri ve bunların etkilerini araştırmak üzere kurgulanan yaşam seyri teorisi, multidisipliner bir yaklaşımdır. Bir çok disiplinin gözlem ve deneylerini içerir fakat herhangi bir şeyin açık teorisi değildir. Ama insanların değişim ve gelişimi hakkında çalışma ve düşünmenin yoludur. Kısacası yaşam seyri teorisi içinde, içinde bulunduğumuz stratejide taktiklerin, bunun içinde yer alan engelli taktiklerinin değişik tezahürlerini barındırır.

Gündelik hayatta taktikler gelişirken stratejiler güçlerini kaybetti ve engellilerin içerisinde bulunan, saklanan duygular ortaya çıktı. Bu duygularla yapılan her çalışma, mücadele dışarıda ki mantıkların değişimine yardımcı oldu. Burada essentializmin özellikle stratejik essentializmin rolü büyüktür. Essentializm kişinin kendisini kabul ederek ona göre taktikler geliştirmesi olduğuna göre, engelliler de bu şekilde taktikler geliştirerek essentializmi daha doğrusu stratejik essentializmi uygulamışlardır.

Stratejik essentializm kişiye atfedilen kimliklere, kişinin stratejik olarak sahip çıkması ve içeriden mücadele etmesidir. Engelli hareketleri ve sonucunda yaşanan değişimler de böyle olmuştur. Engelli bireyler stratejik essentailizmi uygulayarak direnişlerini sürdürmüş ve stratejileri değiştirmişlerdir. Örneğin, engellilerle ilgili hakların savunulması toplumda engelli bilincinin oluşturulmasına ve üniversitelerin engelsiz olmasına dair projelerin geliştirilmesine ve uygulanmasına, asansörlü otobüslerin toplu taşıma da kullanılmasına neden olmuştur. Bence yaşam seyri teorisi stratejik essentializmin uygulanmasıyla gelişmiştir.

19 Mayıs 2016 Perşembe

Ensest Yasağı Üzerine

 Ensest kelime anlamıyla aile içi yasak ilişkidir. Açacak olursak ensest, aile bireylerinden herhangi birinin çocuğa kendi vücudunu göstermesi, onu soyunmaya zorlaması ve onu çıplak izlemesi, ona dokunma isteği, genital organa uyarıcı müdahalede bulunması ya da cinsel ilişkiye girmesi olayıdır.

    İnsanlar soylarını devam ettirip çoğalana kadar ensest yasağı yoktu, yasak çoğaldıktan sonra başladı. Adem’ in çocukları Habil ve Kabil kız kardeşleriyle evleneceklerdir soylarının devamı için ve bu durumu yasaklayan bir ahlak anlayışı da yoktur. Yani kandaşla cinsel ilişki haram birleşme değildir. Aslında ensestin ilk öncelerine baktığımızda üremenin ön planda olduğunu görürüz.

      Eski Mısır firavunlarında ve Roma imparatorlarında aile içinde evlenmeler normaldi hatta bu onların seçkin kişiler olduğunun ifadesiydi çünkü halk arasında böyle evlilik ve ilişkiler yasaktı. Tanrı tarafından bireylerin çoğalmasına bağlı olarak kademe kademe dinlerle ensest ilişki yasaklanmıştır. Yani ensest ilişkinin yasaklanmasının temelinde dini kurallar yatar. Baktığımız zaman baştaki üremek için icazet verilen ensestin Freud’ un deyimiyle libidoya ( şehvete ) dönüştüğünü görürüz. Gerçekleşen ensest ilişki şehvete, arzulara dayanmaktadır yoksa üreme isteğine değil.

      Ensest yasağı aralarında kan bağı olan ve daha sonra kan bağı olmayan kişilere de uygulanarak ( örneğin eşin annesi) ahlaki bir değer olarak konmuştur. Örneğin bizim kanunumuzda 1. ve 2. dereceden kan ve kayın hısımlarıyla evlenmek yasaktır, fakat bu kişilerle cinsel ilişkiyi yasaklayan bir hüküm bulunmamaktadır. Bu, ensest yasağının biyolojik ve fizyolojik olarak değil ahlaki olarak koyulduğunu da gösterir. İlkel kabileler de bu yasak çok görülmemiştir, tabiattan kültüre geçişte bu yasak bir köprüdür fakat tek başına değil.

      Ensestin genellikle kadınlara ve güçsüzlere yönelik olması bu sorunun cinsiyetler arası bir eşitsizlik olduğunu gösterir tıpkı tecavüz gibi. Erkek olmak güçlü ve hakim olmak demektir ve erkeklerin toplumda ki konumu da bellidir. Şunu da söyleyebilir miyiz acaba? Kadınına sahip olarak kadına tecavüz etmek erkeğin hakimiyet alanına girip ona zarar vermek ise baba ve kardeş dışındaki kişilerin yakınlarına karşı gerçekleştirdiği ensest de bu kapsama girmez mi? Çünkü bazen bu yakın akrabalar kızın babası veya kardeşleriyle husumet içerisindedirler. Her şey bir yana ensestin gayrı ahlakiliği su götürmez bir gerçek olarak karşımızda durur.
 

İnsan Hakları Çerçevesinde Gıda Hakkı

“Kemale erenler, ancak midelerine
gireni kontrol etmekle kemale
ermişlerdir.” (İbrahim bin Ethem)

Gıda, insan bedeninin hayatiyetini sürdürebilmesi için doğal yollarla alınması/ tüketilmesi zorunlu olan, vücut yapısına ve sindirime müsait her türlü yiyecek olarak tanımlanabilir. Gıdayı ilaçtan yahut özel durumlarda kullanılan konsantre mamullerden ayıran temel özellik, onun doğumdan ölüme kadar tüketilme zorunluluğudur.

İnsan hayatındaki yerini düşündüğümüzde, insanın hayat kalitesiyle tükettiği gıdalar arasında pozitif korelasyon olduğunu görürüz. Taze, temiz, doğal gıdalar insan metabolizmasının işleyişinde aksaklık çıkarmaz ve böylelikle hastalıklara geçit vermezken bunun aksine, doğallığından uzaklaştırılan gıdalar metabolizma üzerinde yıkıcı etki bırakır. Endüstri toplumu öncesinde üretim şekillerinin basitliği birçok gıda maddesinin doğal ortamında üretilmesini gerektiriyordu. Sanayi Devrimi’nin akabinde insanların köylerden şehirlere doğru başlayan göçü, şehirlerin nüfusunu arttırmış, bu da şehirlerin gıda ihtiyacını karşılamak için başkaca yollara başvurma gerekliliğini beraberinde getirmiştir. Bugün görülen temel problemlerden birisi, bazı gıdaların Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) oluşudur. Bunun sebebi, bir canlının gen diziliminin değiştirilmesi veya ona doğasında bulunmayan bambaşka bir karakter kazandırılması yoluyla elde edilen canlı organizmanın ne kadar sağlıklı olduğu sorusuna verilen cevabın ikna edici olmayışıdır. Sağlıklı beslenmenin sadece fiziki değil aynı zamanda hukuki yönü olduğunu hesaba kattığımızda GDO’lu gıdalar konusunun önemi bir kat daha artmaktadır. Zira beslenme hilafsız bir haktır.
Beslenme hakkı, herkesin, yeterli, güvenli, sağlıklı gıdaya kolayca ve sürdürülebilir şekilde, ulaşma hakkını kapsar. Çağımızda sağlık ile beslenme hakkı iç içe geçmiştir. Beslenme, sosyal bir hak olan sağlık hakkıyla doğrudan ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre sağlık hakkı hasta olmama hakkını kapsamaktadır. Tüm insan haklarının evrensel, ayrılmaz, birbirine bağlı ve birbiriyle ilişkili olduğunu düşündüğümüz zaman, bu bağlam içinde GDO’lu gıdaların yaşam hakkına yönelik bir tehdit olduğunu ve bu suretle bir bakıma yaşam hakkını ihlal ettiğini savunmamız hiç de yanlış olmayacaktır.

Beslenme hakkı uluslararası insan hakları belgelerine ilk kez 1924 yılındaki Çocuk hakları bildirgesi ile girmiştir. Bildirgede aç çocukların beslenmesi gerektiği belirtilmiştir. 1959 tarihli Çocuk Hakları Bildirgesinin 4. ilkesinde ise; sağlıklı büyüme için gerekli olan beslenme, barınma dinlenme ve oyun olanakları birlikte değerlendirilmiştir. İnsan haklarının gelişiminde bir başlangıç addedilen 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde ise beslenme hakkı hem bireyin kendisi için hem de ailesi için isteyebileceği bir hak olarak belirtilmiştir. Yaşam standardı hakkı ve sosyal güvenlik hakkı başlığı altındaki 25. maddenin 1. fıkrasında,

“ Herkes kendisinin ve ailesinin sağlığı ve iyiliği için beslenme, giyinme, konut, tıbbi bakım ve gerekli sosyal hizmetlerden yararlanmayı da içeren yeterli bir yaşam standardı hakkına ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık durumu veya kendi iradesi dışında geçim vasıtalarından yoksun kaldığı diğer haller için bir güvenceye sahip olma hakkına sahiptir., ifadesine yer verilmiştir.

Uluslararası insan hakları hukuku beslenme, yani gıda hakkını da kapsamakta ve bu hak BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin 11. maddesinin 2. fıkrasının a ve b bentlerinde yer almaktadır. Sözü geçen bentlerde şu ifadelere yer veriliyor:

“a) Teknik ve bilimsel bilgiyi tam olarak kullanarak, beslenme prensipleri ile ilgili bilgileri duyurarak ve doğal kaynakların etkili bir biçimde geliştirilmesini ve kullanımını sağlayacak bir yolla tarım sistemlerini ilerleterek veya reform yaparak, üretme, üretilenleri saklama ve dağıtma yöntemlerini geliştirmek;
b) Yeryüzündeki besin kaynaklarının ihtiyaçlara göre eşit dağıtılmasını sağlamak için, gıda ihraç eden ve gıda ithal eden ülkelerin sorunlarını dikkate almak.”

Görüldüğü gibi sözleşmenin bu maddesi besinlerin üretimi aşamasında dikkat edilmesi gereken hususlara tam bir açıklık getirmemesi sebebiyle tam bir koruma sağlayamıyor. (a) bendinde tarım sistemlerini geliştirerek üretme, saklama ve dağıtımdan (b) bendin de ise eşit dağıtımdan bahsediyor.
1974 BM Açlık ve Sefaletin Ortadan Kaldırılmasına dair Evrensel Bildirisinde, 1986 Kalkınma Hakkı Bildirgesinde, 1989 Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’de, 1990 Çocukların Yaşatılmaları, Korunmaları ve Geliştirilmelerine Yönelik Dünya Bildirgesi ve Eylem Planı’nda, gıda hakkına ilişkin hükümler bulunmaktadır. 1992 yılında gerçekleştirilen Uluslararası Beslenme Konferansı ve 1996 yılında gerçekleştirilen Dünya Besin Zirvesi’nde, gıda hakkı ile ilgili kararlar alınmıştır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO) konseyi tarafından 2001 yılında gıda ve tarım bitki üretim kaynakları uluslar arası sözleşmesi imzalanmıştır. Bu anlaşma gıda hakkının uygulanabilmesi için atılması gereken somut adımları belirlemekte yol haritası çıkartmaktadır. Fakat nelerden sakınılması gerektiği belirtilmemektedir. Üye ülkelere açlık ve yoksullukla mücadele de tavsiyelerde bulunmaktadır. GDO ve zararlarını tam anlamıyla göz önüne alarak anlaşmalar hazırlanmamıştır. Yine gıda hakkı Amerika İnsan Hakları Bildirgesi ile Afrika İnsan Hakları Belgesinde de yer bulmuştur. Buna karşın beslenme hakkının uluslar arası belgelerde olması gereken şekilde yer aldığını söylemek mümkün değildir.

Greenpeace’in ülkemizde yaptığı araştırmaya göre; halkımızın %82 gibi çok büyük bir çoğunluğu, GDO’nun ne olduğunu iyi biliyor ve %83'ü, bir üründe GDO olduğunu bilirsem yemem diyor. Hal böyleyken GDO’lu ürünlerin sözleşmelerle kısıtlanmamasının makul bir izahı bulunmuyor. Bu durum ancak ucuz maliyetler ve yüksek karlarla iş yapan sermayenin baskısı ile açıklanabilir ki, bu da toplumun genel menfaatinin öncelikler sıralamasında aşağı sıralara düştüğü neticesini doğurması açısından manidardır.

Devletin beslenme hakkını sağlayabilmesi için aktif bir müdahalede bulunması gerekir. Engel olmaması bu sorumluluğun ifa edildiğini göstermez. Kişilere ve en önemlisi devletlere düşen görev gıda maddelerinin içinde yer alan katkı maddelerinin oluşturacağı tehlikeler ile mücadele etmektir. Kısacası devletler pozitif yükümlülüklerinden olan önleme yükümlülüğünü yerine getirmelidir. İnsan hayatını rizikoya sokacak bütün tehlikelerin bir an evvel önüne geçilmelidir ki sağlıklı beslenme hakkı korunsun.
Sonuç olarak, sağlıklı beslenme hakkı, dolayısıyla yaşam hakkı garanti altına alınmalı ki, diğer haklar vücut bulabilsin.
 

[1] Besiri,Arzu,Yeşilay Dergisi,Eylül 2011,S. 932,s. 12.
[2] Güzeloğlu, Turan, Küresel Gıda Krizi ve Beslenme Hakkı, TBB Dergisi, S. 80, s. 307.
[3] Güzeloğlu, Turan, age., s. 310.
[4] http://www.belgenet.com/arsiv/bm/bmekohak.html
[5] Güzeloğlu, Turan, age., s. 311.
[6]http://www.greenpeace.org/turkey/t
Bu Makale  Hayat ve Sağlık DergisindeAralık-2012'de  yayınlandı