25 Eylül 2017 Pazartesi

ANAYASA’DA İDARİ USUL İLKELERİ


İdari usul  idari işlemin kurulmasından önceki süreçle ilgilidir ve idarenin takdir yetkisi içinde almış olduğu karar ve işlemlerde idari otoriteyi demokratik yöntemlerle bağlayarak onun hukuk dışına çıkmasını önlemek, hukuka uygun davranmasını sağlamak amacını taşır. İdari usul, “idari faaliyetin hangi idari makam tarafından hangi biçimde, hangi aşamalardan geçilerek yapılacağını gösteren ve ne şekilde “tespit” edileceğini ortaya koyan kurallar bütünü” şeklinde tarif edilebilir. İdari usul ilkeleri sayesinde idare; işlemlerini kapalı kapılar ardında tesis etmeyecek, bireylere işlem tesis edilmeden önce işlem hakkında bilgi edinme imkanı tanıyacak ve onlara gerekli bilgi ve belgeleri sunma imkanını da sağlayacaktır.  İdari işlemlerdeki şekil ve usul kurallarında bu kuralların konuluş amaçları ve işlevleri dikkate alındığında, bu alanda idarelerin geniş bir takdir yetkisi bulunmamaktadır.[1]

İdari usul ilkeleri sayesinde idare; idare, işlemlerini kapalı kapılar ardında tesis etmeyecek, bireylere işlem tesis edilmeden önce işlem hakkında bilgi edinme imkanı tanıyacak ve onlara gerekli bilgi ve belgeleri sunma imkanını da sağlayacaktır. Genel bir idari usul kanunu olmamakla birlikte idari yargı içtihatlarıyla oluşmuş yetki ve usulde paralellik gibi idari usul ilkeleri de mevcuttur. idari usul kuralları hakların korunması açısından yargısal denetimden önce bir ön sorun olarak incelenmelidir. İdari karar ve işlemlerin tesis edilmesinde belirli bir usulün bulunmayışı, kamu yararının göz ardı edilmesine ve kamu hizmetine yabancı unsurların idari işlemin tesisinde rol oynamasına neden olabilir.

Gerekçe, dinlenilme, savunma, re’sen araştırma, usul ekonomisi, danışmanlık, hukuki yardım ve başvuru yollarının gösterilmesi gibi idari usul ilkeleri mevcuttur.

Türk idare hukukunda idari işlemin yapılışı sırasında işlemden etkilenecek kişilere, genel bir usuli hak olarak dinlenilme hakkı tanınmamıştır.

İdare hukukumuzda bu konu daha çok disiplin hukuku içinde düzenlenmiş bulunan savunma hakkı çerçevesinde karşımıza çıkmakta, yine bu çerçevede yargısal içtihatlara konu olmaktadır.

Genel idari usul yasalarında kapsam dışı bırakılan faaliyet alanlarının şu biçimde sıralanması mümkündür :

1. Kararname, tüzük, yönetmelik gibi genel ve objektif nitelikli işlemlerin meydana getirilmesine ilişkin faaliyetler,

2. İdarenin özel hukuk tüzel kişisi gibi yürüttüğü yaratıcı ve teknik faaliyetler (idarenin, okul tiyatro yapımı gibi sosyal, kültürel alanlardaki teşebbüsleri ve ticari sınaî alanlardaki faaliyetleri),

3. Hiyerarşi kudretinin kullanılması araçlarından olan emir ve direktiflerin verilmesi ve genelgeler gönderilmesine ilişkin, idari fakat icrai olmayan iç düzen işlemleri,

4. İdari eylemlerin meydana getirilmesiyle ilgili olup, yerinde ve acele alınması gereken polis tedbirleri gibi, mahiyetleri gereği önceden bir idari karar alınması mümkün olmayan faaliyetler,

5. İdari işlemlerin yürütülmesiyle ilgili olan işlemler.

İdari usulünü yasalaştırmış ülkelerdeki pozitif düzenlemelere bakılarak, uygulama alanı bu sınırlarla belirlenen genel idari usul, şu hususlara ilişkin kurallar içermektedir :

1. İdari kararların alınmasından önceki hazırlık işlemleri,

2. İdari işlemi meydan getirecek olan idare makamlarının yetkileri,

3. Meydana getirilecek idari işlem ile menfaat ilişkisi bulunan kişilerin, idare makamları karşısındaki hukuki durumlarını, diğer bir ifadeyle, idare makamına karşı ileri sürülebilecek yetki ve ödevleri,

4. İdari işleme karşı başvuru yolları,

5. İdari işlemlerin geçersizlik halleri ve işlemin idarece geri alınması, değiştirilmesi ya da kaldırılmasına ilişkin şartlar ve bu hallerde izlenecek usul

İdari işlem kavramı ve özellikleri

Doktrinde ve uygulamada herkesçe kabul görmüş bulunan bir idari işlem kavramı tanımı bulunmamaktadır. Ancak, her idari işlem bir hukuki işlemdir. Hukuki işlemi ise, bir hukuki durum doğurmak, mevcut bir hukuki durumu değiştirmek ya da ortadan kaldırmak amacıyla ehliyetli bir hak sahibinin yaptığı irade beyanıdır. İdari işlemi ise, en kısa anlamda, idare hukuku alanında, idarenin tek yanlı irade beyanı ile hukuk düzeninde değişiklik yapan işlemler şeklinde tanımlayabiliriz. Danıştay ve Uyuşmazlık Mahkemesine göre, kamu kurum ve kuruluşları tarafından kamu hukuku kuralları uyarınca tek taraflı olarak tesis edilen ve re’sen uygulanabilir nitelikteki hukuki tasarruflar idari işlemdir. En geniş anlamda idari işlemi, idare hukuku alanında kamu yararını gerçekleştirmek, kamu hizmetlerinin etkin ve verimli bir şekilde, hizmet gereklerine uygun olarak yürütülmesi amacıyla, ilgililerin rıza ve onayına ihtiyaç olmaksızın hukuki durumlarında değişiklik yapan, icrai nitelikte, re’sen icra edilebilen, hukuka uygunluk karinesinden yararlanmakla birlikte, idari yargı denetimine de tabi bulunan ve kural olarak belirli bir şekil çerçevesinde tesis edilen, idarenin tek yanlı irade beyanlarıdır. Kamu görevlilerinin atanması, haklarında disiplin cezası tesis edilmesi, idari para cezaları, belediyelerin imar plan değişikliği işlemleri, üniversite öğretim üyeleri ve öğrencileri hakkında uygulanan disiplin cezaları, kamulaştırma işlemi, maden ruhsatı verilmesi işlemi vs. hepsi bir idari işlemle gerçekleşmektedir.

İdari işlemin unsurları

İdari işlemin hangi unsurlardan oluştuğu 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2’nci maddesinde26 ifade edilmiştir. Anılan yasa maddesine bakıldığında idari işlem,

1. Yetki,

(İdari işlemin yetki unsuru, idari işlemin idari teşkilat içinde yer alan herkes yerine, hukuk kuralları ile belirlenmiş ve sınırlanmış idari makamlar tarafından yapılabilme yeteneğini ifade eder. İdari işlem tesis edilirken hangi idari makam veya organın bu işlemi tesis etmeye yetkili olduğu konusu, kişi yönünden yetkisi hususunu; belli konulara ilişkin kararların hangi idari makamlarca alınacağı, konu yönünden yetki hususunu; idari makamların konu yönünden sahip oldukları yetkiyi hangi süre içinde kullanacakları meselesi, zaman yönünden yetki hususunu, konu yönünden sahip olunan yetkinin hangi coğrafi bölge sınırları içinde uygulanacağı konusu da yer yönünden yetki hususunu ilgilendirmektedir.)

2. Şekil,

3. Sebep,

4. Konu,

5. Maksat,

olmak üzere beş unsurdan oluşmaktadır.

İdari işlemin özellikleri

a. İdari işlemin tek taraflı olma özelliği

İdari işlemler, kural olarak idarenin tek yanlı iradesi ile ve ilgilisinin rıza ve onayına gerek olmaksızın hukuki sonuç doğurur. İdari işlemin tek taraflı olması özelliği nedeniyle, taraflar arasında irade eşitliği söz konusu olmayıp, kamusal iradenin üstünlüğü vardır. Tek taraflılık idari işlemin tek bir idari makam tarafından yapılması anlamına gelmemektedir. Burada asıl olan idari işlemin muhatabının izin ve onayına gerek duyulmamasıdır.

b. İdari işlemin icrai olma özelliği

İdari işlemin hüküm ve sonuç doğurabilmesi ve uygulanmasında, ilgililer, diğer idari birimler ve devletin diğer organlarının izin ve onayına gerek olmamasına idari işlemin icrailiği denir. İdari işlemlerin icrai olma özelliği, idari işlemin kamu yararı amacını gerçekleştirmek için, kamu gücü kullanarak tesis edilmesinden kaynaklanmaktadır. İdari işlemin icrai olması nedeniyle bu işleme karşı idari başvuru yapılması veya iptali istemiyle idari yargı yerlerinde iptal davası açılması, işlemin uygulanmasını durdurmaz.

c. İdari işlemin re’sen icra edilebilir olma özelliği

İdarece tesis edilen ve icrai niteliğe sahip olan idari işlemin hüküm ve sonuçlarının maddi alemde gerçekleşmesini sağlamaya yönelik faaliyetler bütününe idari işlemin resen icra edilebilir olmasıdır. Anayasada yer alan “hukuk devleti” ilkesinin bir gereği olarak “idarenin kanuniliği ilkesi“ uyarınca, idare işlemlerin re’sen icra edilebilmesi için, bu konuda verilmiş kanuni bir izne ihtiyaç vardır. Resen icraya yönelik izin yasa da öngörülmezse bu yetki idarece kullanılamaz.

d. İdari işlemin hukuka uygunluk karinesinden yararlanma özelliği

İdari işlemin aksi mahkeme kararı ile sabit oluncaya kadar hukuka uygun kabul edilmesi idari işlemlerin hukuka uygunluk karinesinden yararlanma özelliğidir. Hukuki işlemin hukuka aykırı olduğunun ispatı ilgilisi tarafından bu işleme karşı açılacak olan iptal davasında ispatlanmalıdır. Ancak, ilgilinin anılan işlemin hukuka aykırılığını ispatlayabilmesi için yasada öngörülen süre içinde iptal davasını açması gerekir.

e. İdari işlemin yargısal denetime tabi olma özelliği

Hukuk devletin doğal bir sonucu olarak bütün idari işlemler yargı denetimine tabi olmalıdır. Nitekim, 1982 Anayasası’nın 125’inci maddesinin 1’inci fıkrasında da, bütün idari işlem ve eylemlerin yargı denetimine tabi olduğu ifade edilmiştir.

Yukarıda yer verdiğimiz tanımlardan hareketle idari işlemin özelliklerini, tek taraflılığı, re’sen icra edilebilirliği, hukuka uygunluk karinesinden yararlanması ve yargısal denetime tabi olması şeklinde sıralayabiliriz. Bir idari işlem yetki, şekil, konu, maksat ve sebep unsurlarından oluşmaktadır.

Bu doğrultuda Anayasa’da yer alan idari usul ilkeleri ile ilgili maddeler şunlardır:

Madde 40/2 (Ek fıkra: 3/10/2001-4709/16 md.) Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.

Eklenen bu fıkra bir hak kayıplarını önlemek ve yol göstermek için geçte olsa konmuş bir idari usul ilkesidir.

Kamulaştırma

MADDE 46- (Değişik: 3/10/2001-4709/18 md.)

Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.

Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.

Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.

İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.

MADDE 47- Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı hallerde devletleştirilebilir.

Devletleştirme gerçek karşılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığın hesaplanma tarzı ve usulleri kanunla düzenlenir.

(Ek fıkra: 13/8/1999-4446/1 md.) Devletin, kamu iktisadî teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzelkişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesine ilişkin esas ve usuller kanunla gösterilir.

Dilekçe, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakkı

MADDE 74- (Değişik: 3/10/2001-4709/26 md.) Vatandaşlar ve karşılıklılık esası gözetilmek kaydıyla Türkiye’de ikamet eden yabancılar kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikâyetleri hakkında, yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine yazı ile başvurma hakkına sahiptir.

(Değişik: 3/10/2001-4709/26 md.) Kendileriyle ilgili başvurmaların sonucu, gecikmeksizin dilekçe sahiplerine yazılı olarak bildirilir.

 (Ek fıkra: 12/9/2010-5982/8 md.) Herkes, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakkına sahiptir.

(Ek fıkra: 12/9/2010-5982/8 md.) Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına bağlı olarak kurulan Kamu Denetçiliği Kurumu idarenin işleyişiyle ilgili şikâyetleri inceler.

Madde 125/4 Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamaz.

(Burada idari işlemin unsurlarından olan konu bakımından yetki söz konusudur.)

Madde 129/2 Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve bunların üst kuruluşları mensuplarına savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemez.

( İdari kararın alınmasından önceki hazırlık işlemi usul kuralı )

Madde 129/6 Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işledikleri iddia edilen suçlardan ötürü ceza kovuşturması açılması, kanunla belirlenen istisnalar dışında, kanunun gösterdiği idarî merciin iznine bağlıdır.

( Kişi bakımından yetki söz konusudur.)

Madde 130/6 Kanunun belirlediği usul ve esaslara göre; rektörler Cumhurbaşkanınca, dekanlar ise Yükseköğretim Kurulunca seçilir ve atanır.

Madde 130/8  Üniversitelerin hazırladığı bütçeler; Yükseköğretim Kurulunca tetkik ve onaylandıktan sonra Millî Eğitim Bakanlığına sunulur ve merkezî yönetim bütçesinin bağlı olduğu esaslara uygun olarak işleme tâbi tutularak yürürlüğe konulur ve denetlenir.

 

 

 

 

 



[1] Hüseyin Bilgin, idari işlemin şekil unsuru, adalet dergisi sayı 31

4 Ocak 2017 Çarşamba

Kumar Bağımlılığı


Recaizade Mahmut Ekrem “Araba Sevdası” adlı romanında, “Her iptila bir zafiyettir.”, der. Her zafiyetin ise bir boyun eğişe yol açtığı tartışmasızdır. İptila “bir şeye düşkün olma, tiryakilik” olarak tanımlanırken, “iptila”nın yerini alan “bağımlılık”, Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde bağımlı olma hali olarak tanımlanır. Sıfat olarak gösterilen “bağımlı” kelimesi ise “Sigara, uyuşturucu madde vb. kötü alışkanlıklara aşırı derecede düşkün, müptela” kişiyi ifade eder.   Bir nesneye, kişiye ya da bir varlığa duyulan önlenemez istek veya bir başka iradenin tahakkümü altına girme durumu da verilen diğer tanımlar arasındadır.  Yine bağımlılık bireylerin, kendilerinin ruhsal ve bedensel sağlığına ya da sosyal yaşamına zarar vermesine karşın, belirli bir eylemi yinelemeye yönelik önüne geçilemez bir istek duymaları halidir.

En basit görüneninden en karmaşığına dek birçok bağımlılık çeşidi sayılabilir. Hepsinin ortak noktası ise maddi ve manevi zararlara ve hatta bedeni tahribata yol açıyor olmalarıdır. Kimisinin ise zararı hepsini kapsamaktadır. Son tahlilde ise bağımlılıklar birbirini tetiklemektedir. Örneğin kumar bağımlısı bir insan kumar oynayabileceği bir mekân bulamayınca elektronik ortamda yürütülen şans ve kumar oyunlarına yönelecek ve böylece hem teknoloji hem de kumar bağımlısı biri olarak karşımıza çıkacaktır.

Modern toplumu neredeyse tümüyle sarmış bulunan bağımlılıklardan bir tanesi yukarıdaki örnekte yer verdiğimiz kumardır. At yarışlarından, futbol karşılaşmalarının sonuçlarını tahmin etmeye, tombaladan piyango çekilişlerine, kazı kazandan her türlü “iddia”ya kadar hayatın her anında karşımıza çıkan kumarı diğer bağımlılıklardan daha tehlikeli kılan şey sadece insanın kişilik özelliklerini bozmakla kalmayıp toplumsal dokuyu da harap etmesidir diyebiliriz.

Mevcut bir haktan, hiçbir iş, emek, üretim karşılığında olmaksızın muhtemel bir menfaat karşılığı vazgeçilmesi ve muhtemel menfaatin kazanımının kişi iradesi ve gayretine bağlı olmayan durumlara tabi kılınmasıyla yaratılan durumu “Kumar” olarak tarif etmek mümkündür. Kumar, rızaya dayalı bir durum olsa da, kazancın kişiler arasındaki değişimini toplumsal düzenin yerleşik kurallarına göre sağlamadığı, yeni bir artı değer oluşturup bunu paylaşmak yerine var olana üretim ve bölüşüm esasları dışında el konulmasına neden olduğu, servetin ve ekonomik kaynakların toplumun genelini etkileyecek bir şekilde el değiştirmesine sebebiyet verme ihtimalini doğurduğu için, hiçbir toplum ve devlet tarafından genel kabul görmemiş ve çeşitli yollarla sınırlandırılmaya çalışılmıştır. Sadece kişiler arasında gerçekleşen kumar türlerine yönelik olarak idari ve cezai müeyyideler belirlenmiş, kumar sebebiyle oluşan alacak veya borç ilişkisi “eksik borç” olarak tanımlanarak, rızayla ödeme dışındaki haller için bir defi sayılmıştır.

1982 Anayasası’nın 58.maddesinin 2. fıkrası,

“Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.”

hükmüne yer vermek suretiyle kumara yönelik sınırlandırmanın esasını, bizce eksik olarak belirlemiştir. Anayasa’nın 58.maddesinin 2. fıkrası kumar, içki ve benzeri kötü alışkanlıklardan korunması gerekenleri “gençler” olarak belirlemiştir, oysa ki Anayasa’nın 5.maddesi devletin temel amaç ve görevleri arasında “kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak” ve “insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” zikredilerek “herkes”’den bahsedilmiştir. Devlet belli bir yaşa kadar olan gençleri -ki rüşt yaşı on sekizdir- koruyucu düzenlemeler yaparken, bu yaşın üstündeki kişiler için bir kısım kumar türlerini meşru kabul etmektedir.

 Anayasal düzenlemeye bağlı olarak Türk Ceza Kanunu’nun 228. maddesinin 1. fıkrasında kumarı önlemeye yönelik bir düzenleme mevcuttur. Buna göre, kumar oynanması için yer ve imkân sağlayan kişi, bir yıla kadar hapis ve adlî para cezası ile cezalandırılır. Aynı şekilde olmasa da Kabahatler Kanunu’nun 34. maddesinin 1. fıkrasına göre de,

"Kumar oynayan kişiye, yüz Türk Lirası idari para cezası verilir. Ayrıca, kumardan elde edilen gelire el konularak mülkiyetin kamuya geçirilmesine karar verilir."   

hükmüne yer verilmiştir. Bunlar, kumar yoluyla elde edilen gelirin gayrı meşruluğunu ispatlamada önemli argümanlardır. Fakat suçtan caydırıcılığı bakımından önemli değildir, suçu işlemeyi önlemekte çok yetersiz kalmaktadır. Bu konuda öngörülen yaptırımların arttırılması gerektiği herkes tarafından kabul gören bir gerçektir.

Borçlar Kanunu 604. maddenin 1. fıkrası’nda;

Kumar ve bahisten doğan alacak hakkında dava açılamaz ve takip yapılamaz. "

hükmüne yer verilmiş ve 605. madde ile de taraflar arasında düzenlenmesi muhtemel kambiyo senetlerinin üçüncü kişilere devredilmiş olsalar bile bunlara istinaden hiç kimsenin bir hak talep edemeyeceğini hükme bağlanmıştır.  Borçlar Kanununun 606. maddesi ile bir kumar türü olan piyangonun hükümet tarafından müsaade edilmesiyle kumar olarak adlandırılamayacağı belirtilmiştir.

Kumar alışkanlığının menfi etkileri kendisini her şeyden evvel aile kurumu üzerinde göstermektedir. Başka insanların, ailelerin emek sarf ederek ürettikleri değerlerin toplumsal kabul görmemiş yollar vasıtasıyla ve fakat rızaya binaen ele geçirilmesi aile bireyleri arasında emeklerinin değerinin ne anlam ifade ettiği sorgusunu başlatmakta ve bu sorgulama süreci üreten bireylerin emeğine saygı duymayan tarafın dışlanmasına ve kimi zaman da aile birliğinin dağılmasına yol açmaktadır. Ailenin korunmasına yönelik belgeler arasında yer alan Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi’nin 23. maddesinin 1. fıkrasında,

“Aile toplumun doğal ve esaslı bir birimidir ve aile toplum ve Devlet tarafından korunma hakkına sahiptir”

hükmüne yer verilmiştir.

Toplumları derinden sarsan ve toplumun temeli olan aileyi yıkan bu kötü alışkanlığın etkisi kişiyle sınırlı olmadığından bu patolojik bağımlılığı bir halk sağlığı sorunu olarak ele almak gerekir. Kumar bağımlılığı olan kişi, kumar oynama düşüncesiyle başa çıkabilmek için çeşitli yollar izlemelidir. Bunun için:

·         Kumar oynanan yerlerden ve internette kumar oynatılan sitelerden uzak durmalıdır.

·         Kumar oynama düşüncesini oluşturan şeylerden uzaklaşmalıdır (at yarışı programları, casino reklamları, piyango biletleri vs.)

·         Kumarla ilgisi olan kişilerden uzak durmalıdır.

·         Kumar üzerine yapılan tartışmalara girmekten kaçınmalıdır.

·         Günlük ihtiyacı karşılayabilecek kadar para bulundurmalı, gereği dışında kredi kartları ve ATM kartlarını kullanmamalıdır.

·         Yaşam tarzının değiştirilmesi, olumsuz alışkanlıkların yerine olumlu davranışların konulması gerekmektedir.

·         Gerek kumar oynayan kimse gerekse yakınında birisinin kumar oynadığını bilen birisi bağımlılık tedavisine başvurmaktan ve bu yolla kumarla mücadele etmekten kaçınmamalıdır.

·         Destek için iletişime geçmek ve güvenilen bir aile dostundan ya da bir arkadaştan yardım istemelidir.

·         Başka şeylerle meşgul olmak önemlidir. Dikkati başka aktivitelere çevirmek (evde iş yapmak, spora gitmek gibi) faydalı olacaktır.

·         Bağımlılığı azaltıcı süreler koymak da ilk etapta işe yarayacak şeylerdendir.

 

Bütün bunların yanında en önemlisi ise; Devletin koruma yükümlülüğüdür. Bu  yükümlülüğünün yanında, yükümlülüğünü yerine getirilmesi için kolaylaştırma, geliştirme ve sağlama yükümlülüğü vardır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesinin 5. fıkrasında

"Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.” 

hükmü yer almaktadır. Devlet bu bağlamda pozitif yükümlülüklerini yerine getirmeli ve Anayasamızın 90. maddesinin 5. fıkrasıyla iç hukuk normu haline gelen bu kuralları da kanunlarda var olan yaptırımları arttırmak veya değiştirmek suretiyle uygulamalıdır. 

 

Kumar sebebiyle oluşan ekonomik kayıplar, toplumsal çöküntü ve ülkenin geleceğine yönelik riskler ciddiye alınmalı, kumarı sadece gençlerin kaçınması ya da korunması gereken kötü bir alışkanlık olarak kabul etmekten vazgeçilmelidir. Kumar herkes için, her zaman ve her çeşidiyle kötüdür. Unutulmamalıdır ki; bağımlılığın yaşı yoktur.

 Yeşilay Dergisi, Mayıs 2011

 

 

 

 

Kuran'da Engellilik


Engelli, vücudunda doğuştan veya sonradan oluşmuş, fiziksel, biyolojik veya estetik olarak, görünüm / işlev bozukluğu nedeniyle , günlük hayat ve sosyal yaşam içerisinde engel ve sorunlarla karşılaşmakta olup, genel hayata uyum sağlayabilmesi ve engel durumuna özel gereksinimlerinin sağlanması için, sosyal-bilimsel çalışma ve destekleri almaya hakkı olan kişidir. ( örneğin; görme engelli, işitme engelli, zihinsel engelli, ortopedik engelli, konuşma engelli, ...)

 

2004 yılında çıkarılan Özürlüler kanununa göre engelliler “ Doğuştan veya sonradan herhangi bir hastalık veya kaza sonucu bedensel, zihinsel, ruhsal, duygusal ve sosyal yetilerini çeşitli derecelerde kaybetmiş, normal yaşamın gereklerine uyamayan, günlük gereksinimlerini karşılama güçlükleri olan korunma, bakım, rehabilitasyon, danışmanlık ve destek hizmeti alan kişilerdir.

 

Bugün, bir kişinin engelli sayılabilmesi için, o kişinin bedensel ( anatomik, ortopedik ) bozukluğundan ziyade, fonksiyonel yetersizliği olup olmadığına, bir başka deyişle, arızalanmış organların ne derecede görevlerini yerine getirip getirmediğine bakılmaktadır.

 

Dünya Sağlık Örgütünün tıbbi açıdan yapmış olduğu özürlü tanımı şu şekildedir:

“Bedensel, zihinsel ve ruhsal özelliklerinden belirli bir oranda ve sürekli olarak

fonksiyon ve görüntü kaybına neden olan organ yokluğu veya bozukluğu sonucu kişinin

normal yaşam gereklerine uyamama durumudur. Bu durumdaki kişiye özürlü

denilmektedir.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                                                           İÇİNDEKİLER

                  

 

GİRİŞ

 

                                                       BİRİNCİ BÖLÜM

KURAN’ DA KULLANILAN ENGELLİLİK KAVRAMLARI  VE ENGELLİLİĞİN NEDENLERİ

 

1.      Kuran’ da Gerçek Manada Kullanılan Engellilik Kavramları

                                           I. Körlük

                                        II. Dilsizlik

                                     III. Sağırlık

                                     IV. Akılsızlık

                                        V. Ortopedik Engel

                                     VI. Hastalık

2.      Allah’ ın Adaleti Açısından Engelliliğe Bakış

3.      Engelliliğin Nedenleri

                                                                         I. İnsanların Hataları

                                                                      II. İmtihan

 

 

 

                                                            İKİNCİ BÖLÜM

SORUMLULUKLAR VE TANINAN KOLAYLIKLAR BAKIMINDAN KURAN’ IN ENGELLİLERE BAKIŞI

 

1.      Dini Sorumluluklar Bakımından

2.      Tanınan Kolaylıklar Bakımından

 

 

                                                          

 

SONUÇ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GİRİŞ

 

İnsan Allah’ ın yarattığı varlıklar içinde en kıymetli, en üstün, en mükemmel ve en şerefli varlıktır. İnsan kendi iradesiyle nefsini iyiye ve güzele yönlendirebileceği gibi , kötüye ve yanlışa da yönlendirebilir. Kur’an insanlık için bir rahmettir ve Hz. Muhammed (s.a) insanlığa doğru yolu göstermek ve geçmiş ümmetlere getirilen zorlukları kaldırmak için gönderilmiştir. Yüce Allah, kendisini ve kitabını rahmetle, Nebi’yi de rahmet ve ümmete zor gelen hususları bağışlayıcılık sıfatıyla vasfetmiştir. Yine Kur’an’da pek çok ayette kişinin noksanlıklarının yol açtığı özel durumların, kişiyi mükellef tutmada dikkate alındığı görülmektedir.

 Engelli her insan, insan olması münasebetiyle imtihana tutulmaktadır ve kişinin engelliliği imtihanlarından birisidir. Engellilik günlük hayatı zorlaştıran ve direkt olmasa da dolaylı olarak engelli kişinin ailesini de ciddi manada sıkıntıya sokan bir durumdur. Önemli olan bu imtihan sürecini kulluk bilinci ve sorumluluğuyla atlatmaktır. Madem ki bizler müslümanız kitabımızın bize gösterdiği yol çerçevesinde hareket etmeli ve böylelikle Allah’ ın rızasını kazandığımız gibi engelli kişilere karşı da bilinç oluşturmalıyız.

 

 

 

                                             BİRİNCİ BÖLÜM

KURAN’ DA KULLANILAN ENGELLİLİK KAVRAMLARI VE ENGELLİLİĞİN NEDENLERİ

 

1.      Kuran’ da Gerçek Manada Kullanılan Engellilik Kavramları

 

Kur’ anı Kerim’ de direkt olarak engelli kelimesini içeren bir kelime bulunmamakla birlikte, her tür hastalık, bedensel ve zihinsel engelliği ifade için farklı kavramlar kullanılmıştır. Mesela Darr; her türlü bedensel ve zihinsel hastalığı, maddi – manevi her türlü zarar veren şeyi, şiddet, hastalık, darlık ve sıkıntıyı ifade etmektedir. Durr; insanın bedeni ve zihni organlarında meydana gelen engelliliği ve her türlü hastalığı içermektedir. Muzdar; bedensel ve zihinsel engelliliği, maddi – manevi her türlü sıkıntı ve musibeti içermektedir. Uli’ d darar; körlük, sağırlık, dilsizlik, topallık, bunaklık, felçlilik, delilik gibi bütün her şeyi kapsamaktadır. Marad; sağlığın bozulmasında kullanılır. Özür ise Arapçadır, bir eksik ve günahı olma demektir. Kişinin kusur veya günahından dolayı kendini temize çıkarmaya çalışması da bu kapsamdadır[1]. Görüldüğü gibi Kur’ an – ı Kerim pek çok terim içermektedir.

 

 

                               I. Körlük

Kur’ anda en çok bahsedilen engel grubu olmasının nedeni o dönemde hastalık sebebiyle ve bunun yanında savaşların ok ve mızrak gibi delici aletlerle yapılmasından dolayı toplumlarda görme kabiliyetlerini kaybeden insanların çok olması olabilir[2]. Kur’ anda körlerden ama ve ekmeh kelimeleri kullanılarak bahsedilmektedir. Körler çeşitli sebeplerle görme yetisini yitiren kişilerdir.  Ekmeh ise anadan doğma kördür. “Ekmeh”  kelimesi iki ayette Hz. İsa’nın görme engellileri iyileştirmesi bağlamında geçmektedir (Ali İmran 3/49; Maide 5/110). Ayrıca Hz. Yakub’un gözüne üzüntüsünden ak inmesi (Yusuf 12/ 84) ve daha sonra iyileşmesinden söz edilmektedir (Yusuf 12/93). Görme engelliliğinden söz eden 28 ayetin onbeşi fiziksel anlamda görme engelliliğinden beş tanesi benzetme bağlamında görme engelinden, dört tanesi ise ahirette görememekten söz etmektedir[3]. Allah’a ve peygamberine gönülden iman etmiş görme engelli birisinin, Allah ve peygamberine karşı gelen zengin ve seçkin insandan daha değerli olduğu Abese suresinin ilk 12 ayetinde anlatılır. Bu ayetlerde özelde görme engellilerin genelde ise tüm engellilerin haklarına vurgu yapılarak onlara gerekli ilginin gösterilmesi konusunda şöyle buyrulmaktadır;

“Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü, yüzçevirdi. (Ey Peygamberim!) Ne bilirsin belki o âmâ temizlenip arınacak yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek, kendisini muhtaç hissetmeyene gelince sen ona yöneliyor, onun sesine kulak veriyorsun, (istemiyorsa) onun temizlenmesinden sana ne, ama sana Allah’a derin bir saygı ile korku içinde koşarak geleni bırakıp ondan gaflet ediyorsun; hayır böyle yapma, çünkü bu (Kur'ân sureleri) bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır” (Abese 80/1-12).

 

Peygamber Efendimiz (sav) bu olaydan sonra Abdullah b. Ümmi Mektûm’a ikramda bulunur, onu gördüğünde “merhaba hakkında Rabbimin bana sitem ettiği kişi” der ve ihtiyacını sorardı. Abdullah b. Ümmi Mektum, Hz. Peygamberin eşi olan Hz. Hatice’nin dayısının oğludur. Medine’ye ilk hicret eden muhacirlerdendir. Peygamberimiz (sav) çeşitli vesilelerle Medine’den ayrılırken bu kişiyi on üç defa kendi yerine vekil bırakmıştır. Bu sahabî aynı zamanda Hz. Peygamberin müezzinlikle görevlendirdiği kişilerden biridir. Daha sonra Kadisiye savaşına katıldığı ve bu savaşta şehit olduğu da rivâyet edilmiştir[4].

 

                            II. Dilsizlik

 

Dilsizin Arap dilindeki karsılıgı  “ahres” kelimesidir. Konusmasının akısında, ritminde, tizliginde, vurgularında, ses birimlerinin çıkarılışında, artikülasyonunda ( ifade kabiliyeti) bozukluk bulunanlara konuşma özürlü denilmektedir.

Dünyaya gelen bir kişinin konuşamaması Kur’ anda bukm kelimesi ile ifade edilmektedir.

Bedensel anlamda dilsizlik Kur’ an da tek bir ayette ( Nahl 16/76 ) şöyle geçmektedir: ”Allah (şöyle) iki adamı da misal verdi: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez, efendisine sadece yüktür. Nereye gönderse olumlu bir sonuç alamaz. Bu, adaletle emreden ve doğru yol üzere olan kimse ile eşit olur mu?” böylece Allah derdini anlatma ve verimlilik konusunda dilsiz ve konuşabilen kişi arasında eşitlik olamayacağını anlatmıştır.

Kur’ân’da dilsizlik (konuşma özrü) genel olarak hakkı ve doğruyu konuşmayanlar için mecazen kullanılmıştır. Sadece bu âyette konuşma yeteneğinin olmaması anlamında yani hakikî anlamıyla geçmektedir. Bu ayetle birlikte dilsizlik 4 ayette geçer.

 

                         III. Sağırlık

İnsanın sahip olduğu en önemli bilgi edinme vasıtalarından olan işitme duyusundan Kur’an Allah’ın insana verdiği önemli bir nimet olarak söz etmektedir. (Mü'minun Suresi, 23/78; Nahl Suresi, 16/78; En'am Suresi, 6/46; İnsan Suresi, 76/2)

Söz konusu ayetlerde Allah’ın insana verdiği bazı duyulardan hep belli bir sıraya göre

söz edilmekte ve bu sıralamada işitme duyusu ilk sırada yer almaktadır. Bu işitme

duyusunun önemine bir vurgu olarak düşünülebilirse de aynı zamanda bilimsel bir

gerçeğe de işaret etmektedir. Zira günümüz embriyoloji bilimi de embriyonun gelişim

sürecinde iç kulakların ilk halinin belirmesinden sonra gözün oluşmaya başladığını

ifade etmektedir.

Kur'ân’da işitme engelliler ile ilgili âyetlerin sayısı, görme engellilere göre daha

azdır. İşitme engelliliği ifade eden “esamm” kelimesi genelde çoğul olmak (summ)

üzere Kuran’da isim olarak oniki ayette fiil olarak da iki ayette yer almaktadır. Bu âyetlerden onüçü dünyada, biri de âhirette olmak üzere işitme engelliliği ile ilgilidir. Dünyada işitme engelliliği ile ilgili âyetlerin sadece biri fiziksel anlamda işitmemeği veya duymanın ağırlaşmasını ifade ederken, diğer ayetler mecâzi anlamdadır[5].

Kur’ anda hakki manada işitme engelinden bahseden, sağır kelimesinin geçtiği ayet sayısı birdir. O da Hud 11/24’ de şöyle geçmektedir: “  Bu iki zümrenin (inananlar ile ilâhî hitabı reddedenlerin) durumu (mesel) kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların hali hiç eşit olur mu? Hâla ibret almıyor musunuz? [6].

 

 

                         IV. Akılsızlık ( Zihinsel Engel )

 

İnsanın sahip olduğu en değerli nimet, akıl ve düşüncedir. Bu nimetin kaybedilmesi en büyük kayıp ve en büyük engelliliktir. Bu nedenle böylesi önemli bir nimetin muhafazası insan hayatında mutlak korunması gereken beş unsurdan biri olarak kabul edilmiştir. İnsanın aklına isabet eden afetler bedenine isabet eden afetlerden çok daha ağır ve kalıcıdır. Bu nedenle insan bedensel engelliliğinden dolayı bazı sorumluluklardan muaf tutulmuşken ondan daha ağır bir engellilik olan aklî yetersizlikten dolayı bütün dinî sorumluluklardan muaf tutulmuştur. Zira dine muhatap olmanın ilk şartı akıl sahibi olmaktır. Nitekim peygamber şu sözleri ile bu durumu dile getirmiştir: Üç kimseden sorumluluk kaldırılmıştır: Buluğ çağına erinceye kadar çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyandan ve şifa buluncaya kadar akıl hastasından..

Kur’ân’da zihinsel engellilik hem fiziksel ve hem de mecâzî anlamda kullanılmaktadır. Bu kullanımlarda zihinsel engellilik “mecnûn” ve “sefîh” kelimeleri ile ifade edilmiştir. Dinî ve dünyevî işlerde akıl noksanlığından kaynaklanan görüş ve muhakeme zayıflığı anlamına gelen “sefih” kelimesi daha ziyade çoğul formunda çeşitli türevleri ile on ayette on iki defa yer almaktadır. Sefih kimse zihinsel engellilik nedeniyle aklın ve dinin gereğinin aksine hareket eder. Başka bir ifade ile aşırı sevinç ve öfkeden dolayı insanın zihninde, işinde ve davranışlarında meydana gelen hafifliktir. Bu kişiyi akla ve dine aykırı işler yapmaya sürükler.

Zihinsel engelli kimse, özellikle ticârî ve medenî iş ve işlemlerde yararına hareket edemeyeceği için velinin onu koruyup kollaması emredilmektedir. Konu ile ilgili iki âyet vardır. Belli bir süreye kadar borçlananların, borçlanmayı yazmalarıyla ilgili olarak;

“…Eğer borçlu aklı ermeyen veya zayıf bir kimse ise ya da yazdıramıyorsa velisi adaletle yazdırsın…” (Bakara 2/ 282) denilmektedir. Ayette geçen “süfehâ” ifadesi malını israf ve telef edebilecek derecedeki aklî noksanlığa sahip kimseyi anlatmaktadır .

“Allah’ın sizin için geçim kaynağı yaptığı mallarınızı aklı ermeyenlere (süfehâ’) vermeyin…” (Nisa 4/5). Bu âyette “aklı ermeyenler-süfehâ” ile mallarını saçıp savuran, gereği gibi harcayamayan kimseler kastedilmiştir. Bunlar,rüştüne ermeyen ve muhakeme gücü gelişmemiş olan çocuklar olabileceği gibi kısıtlı, bunamış, depresyona ve bunalıma girmiş, doğuştan veya sonradan aklî melekesini yitirmiş zihinsel engelli kimseler de olabilir. Ayet, malını akıllıca kullanamayan zihinsel özürlüleri yerme bağlamında değil,akıllarının yetersizliği, yararlı ve zararlı olanı ayırt edebilme yetersizliği, malını muhafazada zayıflığı sebebiyle onları koruyup kollama bağlamında zikredilmiştir[7].

 

 

                            V. Ortopedik Engel

 

Ortopedik engel olarak Kur’ân’da a’rec kelimesi geçmektedir. A’rec, topal demektir. Bu kelime Kur’ân-ı Kerim’e iki yerde kullanılmıştır. Her iki yerde de fiziksel (hakikî) anlamda yer almıştır. Kelimenin yer aldığı âyetler, yürüme engeli olan insanlara Allah yolunda savaşa katılma konusunda bir izni bildirmektedir.

“ Topala güçlük yoktur ” ifadesinin yer aldığı ayetler Nur 61 ve Fetih 17’ de yer almaktadır. Aynı ifadenin iki ayrı durumu bildirdiği görülmektedir[8].

“Görme engelli olana güçlük yoktur, yürüme engelli olana güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur(Nur, 24/61). Ayetin yeme içme konusunda toplumsal bir düzenlemeyi içerdiğini ifade edenler olmuştur. Cahiliye döneminde Araplar engellilerle yemek yemekten kaçınıyorlardı. Bunu görme engellinin yemek yerken sofrayı görmediği için her yerden yemesini, yürüme engellinin sofraya otururken yayılmasını, hastanın da hastalık durumuna göre kendilerine verdiklerini düşündükleri rahatsızlıkları bahane ederek yapıyorlardı. Allah bu ayetle cahiliyetin bu kötü âdetini kaldırmıştır.

Bazı yorumcularda engellilerin engelleri nedeniyle diğer insanlarla yemek yemekten çekindikleri ayetin engellilerdeki bu anlayışı düzeltmek için geldiğini belirtirler. Ayrıca ayetin cihat konusunda engellilere izin içerdiğini ifade edenler de olmuştur (Kurtubî, 1952: XII, 313-314).

“Görme engelli olana güçlük yoktur, yürüme engelli olana güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur. Bununla beraber kim Allah'a ve peygamberine itâat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azaba uğratır..” (Fetih, 48/17)[9].

 

                         VI.  Hastalık

 

Kur’ân’da hastalık için kullanılan temel ve genel kelime marad olmakla birlikte, isimleri anılan hastalıklar ve bedensel bozukluklar için kullanılan başka kelimeler de vardır. Belli başlıları şunlardır.

Marad, hastalık demektir.

Merîd ise hasta anlamındadır ve çoğulu merdâ olarak kullanılır.

Ulu’d-darar, topallık, körlük gibi engellilik ve hastalık demektir[10].

Hz. İbrahim’in kendisiyle tartışan muhataplarıyla konuşması meyanında zikredilen “Hastalandığımda O bana şifa verirmealindeki Şu’arâ suresinin 80. âyetinde ve Eyyub peygamberin hastalığıyla ilgili duasını belirten âyetlerde hastalık; inanç ve dua bağlamında zikredilmiştir.

"Eyyub’u da hatırla. Hani o Rabbine, ’Şüphesiz ki ben derde (durr) uğradım, sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diye niyaz etmişti. Biz de Onun duasını kabul

edip kendisinde dert namına ne varsa gidermiştik…”

“Kulumuz Eyyub’u da an. Hani o, Rabbine, ’Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu’ diye seslenmişti. Biz ona ‘ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içecek soğuk bir su’ dedik. Ona bizden bir rahmet ve sağduyu sahiplerine bir ibret olarak ailesini ve onlarla beraber bir eşini armağan ettik. Dedik ki: eline bir demet sap al, onunla vur da yeminini bozma. Gerçekten biz onu sabreden ( bir kul )bulmuştuk. Ne güzel kuldu o, daima bize başvurdu.”

Hz. Eyyub da bu emre uyarak ayağını yere vurmuş ve oradan çıkan sudan içerek ve yıkanarak hastalıklarından kurtulmuştur. Âyetlerdeki durr ve azap kelimeleri keder ve hastalık ifade etmektedir[11].

Uzun süren bir hastalığa duçar olarak sınanan Hz. Eyyub’ un sabrı Kur’ an da övülmüştür.

 

 

 

2.      Allah’ ın Adaleti Açısından Engelliliğe Bakış

 

İnsan dünya hayatı boyunca çeşitli durumlarla karşılaşır. Bunlardan bir kısmı kişiyi sevindiren, mutlu eden, onun kendini mutlu hissetmesini sağlayan genel anlamda “iyi” denilebilecek türden iken bir kısmı da kişiye üzüntü veren, acı veren, yaşama arzusunu azaltan, hatta büsbütün yok eden genel anlamda “kötü” olarak adlandırılabilecek türdendir. Kur’an literatürü içinde bu durumların “musibet” olarak adlandırılır ve bunlardan bir kısmı insanın iradesi dışında gelişir.

“Yaşanılan veya karşılaşılan sıkıntılar, inanan insanların bile aklına, zaman zaman ‘acaba Rabbim bu dayanılamaz belaya beni neden düçar etti?’, ya da ‘Allah sevgili kullarına karşı işlenen bu zulme acaba neden dur demiyor?’, gibi sorular getirebilmektedir. Böyle bir içsel soru, bir Müslüman için olduğu kadar, teistik bir tanrı inancına sahip olan öteki dinlerin mensupları içinde söz konusu olabilir. İnanan birçok kişi, aklına gelen bu tür soruları,

kalıcı, kronik bir şüpheye yol açacak bir boyuta ulaşmadan, kendi aklını ve vicdanını tatmin edecek bir şekilde çözebilir. Ancak dinler tarihi ve felsefe tarihi göstermektedir ki bu herkes için böyle olmamaktadır. Evrendeki acılar ve kederler karşısında, iyi bir tanrının var olduğundan şüpheye düşen, hatta bu yüzden onun varlığını yadsıyan azımsanamayacak sayıda insan vardır. Hatta evrendeki acı ve ıstıraplara dayalı kuşkular ve düşünceler, bireysel

kuşku ve inkâr düzeyinde kalmamakta, mantıksal ve felsefî açıdan son derece teknik formulasyonlar içinde, teizmi eleştirenlerin ve bunların dışında pozitif ateist denilen kesimin Tanrının yokluğunu kanıtlamak için tarih boyunca öne sürdükleri nerdeyse tartışmasız en önemli kanıtı oluşturmaktadır. İlim, kudret, irade ve iyilik sahibi bir Tanrı’nın yarattığı ve

idare ettiği, hem vahyî hem de rasyonel teoloji tarafından savunulan bir evrende, kötülüğün yeri ve anlamının ne olduğu; ta baştan beri inananları ve bütün ilâhiyat sistemlerini de, her türlü dinî inanca karşı çıkanları ve büyük felsefe sistemlerini de meşgul etmiştir. Bu problem özellikle ateistlerin, fikir planında en büyük dayanaklarından biri olmuştur”[12].

 

Yaratmak Allah’a mahsus bir fiildir.”Dikkat edin, yaratmak da emretmek de yalnız O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir ( Araf 54 )Dilediğini yaratan o dur. “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların ise seçim hakkı yoktur. Allah onların ortak koştuklarından uzaktır ve yücedir.” ( Kassas 68 )

Allah insanı en güzel şekilde yaratmıştır. “Biz gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık” ( Tin 95/ 4 ) İnsanları ana rahimlerinde şekillendiren de o dur. O sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendirendir. Ondan başka ilah yoktur. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir” ( Ali İmran )

Şüphesiz külli iradenin sahibi Allah’tır. “O her şeyin yaratıcısıdır.” ( Enam 6/12)

Dilediğini yaratır, Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.”( Maide 5/17 ) “Bir şeyi dilediği zaman onun emri o şeye ancak “ol!” demektir. O da hemen oluverir.” ( Yasin 36/82 )

Yaratan, rızıklandıran, öldüren ve sonra tekrar diriltecek olan O’dur. ( Rum 30/49 ) Mülk

Onundur ( Fetih 48/14 ), dilediğine mülkü verir ve dilediğinden alır. Dilediğini aziz kılar dilediğini

zelil kılar, hayır onun elindedir. ( Ali İmran 3/26 )Güldüren de ağlatan da O'dur. ( Necm 53/43-44

O’nun izni olmadan hiçbir şey meydana gelmez. O dilemedikçe kimse bir başka kimseye, hatta kendine bile ne fayda nede zarar verebilir. ( Yunus 10/49 ) Hayatımız ve ölümümüz de ancak onun dilemesiyledir.

Hiç kimse Allah’ın izni olmadan ölmez. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmıştır.” ( Ali İmran 3/145 ) Ölüm ne ileri alınır ne de geri bırakılır. ( Araf 7/43 )

Bütün bu âyetler her şeyin ancak Allah’ın dilemesiyle ortaya çıkabileceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Allah dilemezse hiçbir şey kendiliğinden olamaz.

Ölümler, sakatlıklar, kazalar, güzellikler, kötülükler, iyilikler ancak Allah dilerse meydana gelebilir.

Elbette mutlak irade sahibi olan Allah dilediğini yaratır. Yaptığından sorumlu tutulacak da değildir. ( Enbiya 21/23 )

Allah’ın dilediği her şeyi yaratabilmesi ve yaptığı şeylerden sorumlu tutulmaması Onun yaratırken bir hikmet ve ahenk gözetmediği gibi bir anlam taşımaz.

O aynı zamanda her şeyi en güzel yaratan, her işinde hikmet olandır. sebepsiz, hikmetsiz ve gelişi güzel hiçbir şey yaratmaz. Kâinatta Allah’ın yarattığı bir ahenk ve düzen vardır. ( Mülk 67/3 )

Bütün olaylar o düzen içerisinde meydana gelir. Bu ahenk sünnetullahtır. Bu ilahi disiplinde bir değişim de olmamaktadır.

Sünnetullah, Allah’ın âdet olarak var ettiği şeydir.  Allah her şeyi bir düzen, uyum ve ölçü ile yaratmıştır.

Allah Teâlâ, kulları için kötü olanı değil iyi olanı1, zararlı olanı değil faydalı olanı, zorluğu değil kolaylığı diler. Allah kullarına asla haksızlık ve zulmetmez. İyi iş yapan kendi lehine, kötü iş yapan ise kendi aleyhine davranmış olur.

Allah, kullarına akıl ve irade vermiş, bununla da yetinmeyerek doğru ve yanlışları fiilen kendilerine gösterip rehberlik edecek peygamberler ve kitaplar göndermiştir.

Kullar kendi iradesiyle neyi murat ederse ve sebeplerine sarılırsa Allah o fiili yaratmaktadır. Burada kul açısından esas olan kendi niyeti, azmi ve iradesiyle ortaya koyduğu tavrıdır. O fiili yaratan ise Allah’tır. Kur’ân’a göre insanları imtihan için Allah çeşitli hastalık ve musibetler

verebilir:

Allah, insanları kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır.( Zariyat 51/56 ). Boşuna yaratmamış ( Müminun 23/115 ) ve başıboş olarak da bırakmamıştır. ( Kıyame 75/36 )

Sayamayacağı kadar bol nimetleri insanın emrine vermiştir, ancak bu nimetlerle ve musibetlerle insanları çeşitli şekillerde imtihana tabi tutmaktadır. Onların sabırlarını ve şükre dip etmemelerini sınamaktadır. Çünkü dünya hayatı imtihan sürecidir.

Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” ( Bakara 2/155 )

Allah, hayatı, hayatta insana verdiği her şeyi ve ölümü da imtihan için yaratmıştır.

”O hanginiz daha güzel amel yapacağınızı sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” ( Mülk 67/2 )

İnsanların başına gelen bütün işler, musibetler, kazalar, belalar, maddi manevi sıkıntı veren şeyler ve olaylar ancak Allah’ın dilemesiyle olur. O dilemeden hiçbir musibet kendiliğinden meydana gelmez.

Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez” ( Tağabun 64/11 )

Bu musibetler bazen kulun kendi hatalarından kaynaklanır, bazen ise Allah, musibetleri kullarına imtihan için verir. Ancak her halükarda bu olaylar sünnetullah içinde, yani sebep-sonuç ilişkisi içerisinde cereyan eder. Bu musibetler karşısında Allah, kullarından sabretmelerini istemektedir.

Musibetlere maruz kalan müminlerin olması gereken tavrını Kur’ân şöyle beyan ediyor. “Onlar başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. İşte Rableri katında rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.” ( Bakara 2/156-157 )

Bazı musibetlerin tek çaresi sabır olabilir. Sabretmek kurtuluş yolu ve çare aramamak demek değildir. Sabretmek, isyan ve feveran etmemek, olayları metanetle karşılamak demektir. Hayat, imtihan süreci olduğuna göre orada nimetlerle beraber sıkıntı ve musibetlerin de olması tabiidir. Kuldan istenen iki durumda da kulluğunu göstermesi; sabretmesi ve şükretmesidir. Nimetlere hoş bakıp, musibet durumunda kulluk çizgisinden ayrılmak yanlıştır.

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’a kıyıdan kenarından kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa gönlü onunla hoş olur. Şâyet başına bir kötülük gelirse gerisin geri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir ahireti de. İşte bu apaçık ziyanın ta kendisidir.” ( Hac 22/11 )

Bununla beraber musibetlerden kurtuluş için her türlü çare aranmalıdır. Ayrıca malımıza ve canımıza gelebilecek bütün tehlike ve musibetlerle karşılaşmadan önce gerekli tedbirleri almak, yapılan işleri düzgün, sağlam ve olması gerektiği gibi gerçekleştirmek de kul olarak sorumluluklarımız arasındadır.

Ayrıca insanların başına gelen musibetlerin ilahi takdir neticesinde olduğu gerçeği unutulmamalıdır.”Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuzda) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” ( Hadid 57/22 )

Bu âyet-i kerimede ilahi takdirin kudretinden bahsedilmiştir.

Zira her şeyi hakkıyla bilen ve her işinde hikmet sahibi olan Allah’ın kulu için takdir ettiği musibetlerde insan için hayır olabileceği inancı da bu musibetlere karşı sabretme açısından önemli bir güç kanyağıdır. Çünkü bizim bilmediğimiz şeyleri Allah hakkıyla bilmektedir. Üstelik o kullarına asla zulmetmez.

Olup biten her şey Allah’ın dilemesiyle olduğuna ve olan şeyde hayır olabileceğine inanan kişinin, musibetler karşısında sabretmesi ve metanetini koruması kolaydır. Bu inanç ona büyük bir teslimiyet ve sabır gücü kazandırır. Allah Teâlâ da kullarından bunu istemektedir. Sabredenlere dünyada ve ahiret hayatında çeşitli mükâfatlar vaat edilmiştir.

 

3.      Engelliliğin Nedenleri

 

Kur’an, ister doğuştan isterse sonradan kazanılmış olsun insanların görme, işitme, duyma, konuşma, düşünme ve anlama gibi zihinsel veya bedensel engelli olmalarında temel iki faktörün olduğunu ortaya koymaktadır. Bunlar, insanların hataları ve insan iradesi dışında gelişen faktörler yani yaşananların imtihan oluşu olarak ifade edilebilir.

 

                                 I. İnsanların Hataları

Kur’an’da insanın başına gelen durumları ifade etmek için tercih edilen kelime “musibet” kelimesidir. Musibet,  insana ‘isabet eden’, ölüm, hastalık, sakatlanma, doğal afetler, kazanç kaybı vb. şeylerdir. Bunlar arasında, ‘ölüm’, musibet teriminin en çok kullanıldığı durum olarak bilinmektedir. “Yeryüzünde ve nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki Biz onu yaratmadan evvel o Kitap’ta bulunmasın. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır. Ki kaybettiğinize üzülmeyesiniz ve verdikleriyle de şımarmayasınız. Allah kendini beğenip

böbürlenen hiç kimseyi sevmez” (Hadid 57/22-23).

“ Başınıza gelen her musibet kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir. ” ( Şura, 30 )

Musibetle ilgili diğer ayetlerde şu şekildedir:

“(Düşmanlarınızı) iki misli musibete uğrattıktan sonra şimdi aynı musibet sizin başınıza geldi diye, kendi kendinize “Bu nasıl oldu?” diye soruyorsunuz, öyle mi? De ki: “O, sizin kendi eserinizdir” (Ali İmran 3/165).

“Fakat bu dünyada yaptıkları yüzünden başlarına felaket geldiğinde ne olacak (onların hali); o zaman sana gelip Allah'a yeminle, “Bizim niyetimiz, iyilik yapmak ve uyum sağlamaktan başka bir şey değildi (diyecekler)?” (Nisa 4/62).

“Aranızda mutlaka geride kalanlar olacak ve o zaman, başınıza bir felaket geldiğinde, “Onlarla bulunmamamız Allah'ın bize bir lütfudur!” diyecekler. Ama Allah'tan size bir zafer ihsan edildiğinde, bu kimseler, kuşkusuz -sizinle kendileri arasında bir sevgi/bağlılık sorunu olmamış gibi- “Keşke onlarla olsaydık da o büyük başarıdan (bir pay) kapsaydık!” diyeceklerdir” (Nisa 4/72).

“Ve kendi elleriyle yapıp-ettiklerinden ötürü başlarına bir musibet geldiği zaman:

“Ey Rabbimiz, bize bir elçi göndermiş olsaydın senin mesajlarına uyar ve inanan kimselerden olurduk!” demesinler diye (gönderdik)” (Kasas 28/47).

Başınıza gelecek her felaket kendi ellerinizle yapıp-ettiklerinizin bir ürünü olacaktır; bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır; ve siz O'nu yeryüzünde bertaraf edemezsiniz, (öteki dünyada da) sizi Allah(ın cezasın)dan koruyacak ve size yardım edecek kimse bulamazsınız” (Şura 42/30).

Ayrıca şu ayetlerde de insanoğlunun yapıp-ettikleri yüzünden başına musibet gelebileceği açıkça ifade edilmektedir;

“Öyle ki, işledikleri kötülükler kendi başlarına yıkılmış, alay edip durdukları şey onları çepeçevre kuşatmıştı” (Nahl 16/34).

“Çünkü işledikleri her kötülük, onlara (geri) döner. Ve bugün zulmeden insanlar[ın başlarına da aynı şey gelecektir]: işledikleri her kötü fiil (tekrar) kendilerine dönecek ve onlar (Allah'ı) asla aldatamayacaklardır!” (Zümer 39/51).

“…Fakat, o hakkı inkara şartlanmış olanlara gelince, işledikleri kötülüklerden ötürü, böylelerinin başlarına her an beklenmedik bir felaket çullanmaktan ya da yurtlarının yanına-yakınına inmekten geri kalmaz, tâ ki Allah'ın verdiği söz yerine gelinceye kadar; gerçek şu ki, Allah verdiği sözü yerine getirmekten asla geri durmaz!” (Ra’d 13/31).

“Size gelen her iyilik Allah'tandır; başınıza gelen her kötülük de kendinizden” (Nisa 4/79).

“Kendi eliyle yaptıklarının sonucu olarak başına bir bela gelirse, o zaman, şükürden ne kadar uzak olduğunu gösterir” (Şura 42/48).

“(Her zaman olduğu gibi,) insanlara rahmetimizi tattırdığımız zaman buna sevinirler; fakat kendi yapıp-ettikleri sonucunda başlarına bir bela gelince de bütün ümitlerini yitirirler!” (Rum 30/36).

“Her kim kötü bir iş yaparsa onunla cezalanır” (Nisa 4/123). Ceza gelince: “bu nereden?” dediniz. De ki: “o, kendi tarafınızdandır. Çünkü Allah her şeye kadirdir(Ali İmran 3/165). Aynı anlam diğer ayetlerde de: “kendi yaptıkları yüzünden başlarına bir bela geldiği zaman” ve “ellerinin sunduğu günahlar yüzündenşeklinde geçmektedir. İfadeler açık bir şekilde insanın irade alanına giren konulara işaret etmektedir. Burada üzerinde durulması gereken husus, bu tür musibetin mümin-kâfir ayrımı yapılmadan, herkesin başına gelebileceği noktasıdır. Zira açıktır ki, insana, yapmış olduğu bir takım hatalardan dolayı, musibet isabet edebilir ve bu, onun yaptıklarına karşılık olmaktadır.

Musibetin bu türü, insanın sorumluluk alanına girer ve bu konuda önceden alınacak tedbirler, musibeti önleyici olabilir. Nitekim Ali İmran suresinin 165. ayetinde, müminlerin savaş sırasında yapmış oldukları hatanın karşılığı olarak başlarına isabet eden musibetten bahsedilmektedir. Bu hatayı müminler, yapmayabilirlerdi. Bu, imkân dâhilindeydi, ancak hata işlendikten sonra, başlarına musibet geldi ve ardından savaştan mağlup ayrıldılar. Yine insanoğlu, kıtlık anlarında kullanılmak üzere önceden tedbir almakla, sel veya deprem gibi afetler olmadan önce gerekli önlemleri almakla, musibetlerin belirli zararlarından korunabilirler. Bu gibi, insanın irade alanına giren konularda gösterilen ihmal ve umursamazlık sonucu uğranan zarar dolayısıyla sorumluluk Allah’ın üzerine atılamaz. Zira açıktır ki, her konuda olduğu gibi, bu konuda da, insan, gücü dâhilinde olan şeylerden sorumludur. Önce deveyi kazığa bağla, sonra Allah’a tevekkül et”  hadisi de bu hususu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir.

Engellilik, tıbbî açıdan doğuştan ve kazanılmış olmak üzere iki ana grupta toplanabilir. Doğuştan olan engellilikte doğum öncesi, doğum sırası ve anne ile ilgili faktörler çok belirleyicidir. Akraba evlilikleri, kalıtım, toplumda yaygın sağlık hizmetlerinin olmaması ya da bu hizmetlerin bölgeler arası eşit olmayan şekilde dağılmış olması, kadın eğitiminin çok düşük olması, anne olma yaşının küçüklüğü, doğum öncesinde annenin sağlık kontrollerinin olmayışı, çok çocuk dünyaya getirme, doğumun sağlık personeli gözetimi altında yapılmaması, doğum sırasında çocuk ve annenin bazı risklerle karşı karşıya kalması, bulaşıcı hastalıklar, çeşitli çocuk hastalıkları, ateşlenme ve benzerleri doğum öncesi ve doğum sırasında engelliliğe yol

açan faktörler olarak sayılırlar.

Doğumdan sonra kazanılmış engelliliğe yol açan faktörler olarak ise kazalar, hastalıklar ve doğal afetler sayılabilir[13].

 

                              II. İmtihan

Kur’ an’ a göre insanın yaratılması ve yaşatılması, yani dünya hayatı bir imtihandır. İnsanların refah ve sıkıntı durumunda bırakıldığı zamanlarda yapıp ettikleri ölçü alınır.

“ O hanginizin daha güzel iş yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. ” ( Mülk, 67/2 ) yani bu imtihanda sağlıklı veya engelli oluşumuz fark etmemektedir, sonuçta herkes bir türlü denenmektedir.

İnsanı Allah katında değersiz kılan unsur insanın manevi değerlerinin yoksunluğudur, engeli değil. Hucurat suresinin 13. ayetinde de  “ Allah katında en üstün olanınız Allah’ tan en çok korkanızdır.[14] “ denilerek bu gerçek ortaya koyulmuştur. Buradaki korkma da Allah’ ın söylediklerini yerine getirmek, güzel ahlaklı olmaktır.

Kısaca diyebiliriz ki, İslam’a göre insan değerli bir varlık olup, bu değerini fiziki yapısından almayıp manevi yapısından almaktadır. İslâm toplumlarında hasta veya sakat durumunda olanlara şefkat ve merhametle yaklaşılmış, batı toplumlarında olduğu gibi kesinlikle dışlanmamış, kendilerine gereken yardım gösterilmiştir. Çünkü inanan kişi, yaşadığı dünyanın bir imtihan yeri olduğunun, herkesin başına her an olumsuz şeyler gelebileceğinin bilincindedir. Neticede İslâm anlayışına göre her şey, insan merkezli düşünülmekte ve ele alınmaktadır. Evreni değerli kılan insandır. İnsanı insan yapan, insanı üstün kılan, yücelten hususlar da evrensel içerikli manevi değerlerdir. Bu değerlere sahip olmayan bir kişinin Allah katında bir değeri ve kıymetinden bahsedilemez. Dolayısıyla bu evrensel değerlere sahip olan engelli bir insan, bu değerlere sahip olmayan engelsiz bir insandan daha üstün ve daha faziletlidir.[15]

 

 

 

 

 

 

 

                                                            İKİNCİ BÖLÜM

SORUMLULUKLAR VE TANINAN KOLAYLIKLAR BAKIMINDAN KURAN’ IN ENGELLİLERE BAKIŞI

 

 

1.      Dini Sorumluluklar Bakımından

 

İslam’da hak ve sorumluluklar insanın gücü ile sınırlı ve orantılıdır. Engelli olmanın insana getirdiği güç kaybı kişinin yükümlülüklerinde dikkate alınarak durumuna göre kolaylık ve ruhsat yoluna gidilmiştir.

İnsanı insan yapan aklıdır. Bunun için İslam’ın emirleri ve yasaklarıyla korumayı hedeflediği beş şey (akıl, mal, can, din ve nesil) içinde akıl en başta gelir. Zira aklı olmayanın diğer değerleri kıymetlendirme veya istifade etme imkânı kalmayacaktır.

İslam’da insanın söz ve davranışlarından sorumlu tutulabilmesi için akıllı ve ergen olması gerekir. Akıldan tam olarak yoksun bulunan veya olayları ayırt edemeyecek kadar akıl hastalığı bulunan kişiler ve ergenlik çağına ulaşmamış kişiler ibadetlerle sorumlu değillerdir[16].

Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle mükellef kılar,[17] ” Sonuç olarak zihinsel engellilerin iman bakımından ve diğer sorumluluklar bakımından  muaftır fakat diğer engelliler muaf değildir sadece sorumluluklarında kolaylıklar sağlanmıştır.

 

2.      Tanınan Kolaylıklar Bakımından

 

 

Allah insanları güçlerinin yettiği şeylerden sorumlu tutar. Zira Allah dininin

uygulanırlığını murat etmiştir. Bu ise ancak insanların güç yetirmelerine paralel olarak

gerçekleşebilir.

“O dinde size zorluk kılmadı[18]

Eğer hasta olur, ya da yolculukta bulunursanız…su bulamazsanız o zaman emiz bir toprağa yönelip, yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin..[19] Bu âyet ise hastalara ve abdest alamayacak kişilere abdest alma konusunda kolaylık içermektedir[20].

Hz. Peygamber (s.a); “Hasta namaza ayakta baslar, şayet gücü yetmiyorsa oturarak kılar, buna da gücü yetmiyorsa kafasıyla îma ederek kılar” buyurmuştur. Namazda sakatların ayakta durmaya güçleri yoksa oturarak namaz kılması ve ruku’u ve secdeyi oturduğu yerden yapması caizdir. Buna gücü yetmediği takdirde secdede ruku’dan biraz daha fazla eğilmek suretiyle rukûnları yerine getirir. Ayakta durabildiği halde ruku’a ve secdeye varamayan kimse namazını ayakta kılar, ruku’

ve secde için basıyla eğilir. Secde için eğilme ruku’dan biraz daha fazla olmalıdır[21].

Müzzemmil suresi 20. âyetinde yer alan “Allah içinizde hastaların bulunacağını, bir kısmınızın Allah’ın lütfundan rızık aramak üzere yer yüzünde dolaşacağını, bir diğer kısmınızın ise Allah yolunda çarpışacağını bilmektedir. O halde Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun.” beyanıyla hasta olmalarından dolayı gece namazının Allah tarafından hafifletildiği bildirilmektedir.

”Köre güçlük yoktur[22] âyetinde körlük fiziksel anlamda kullanılmıştır. Fetih suresinin 17.âyetinde görme özürlü olanların savaşa katılma zorunluluklarının olmadığı belirtilmiştir.

Nur suresinin 61. âyetinde ise savaşa katılamayan körlerin savaşa giderken evlerinin anahtarlarını kendilerine teslim eden kişilerin evlerini korumak amacıyla bulunurken oralarda yemek yemelerinin kendileri açısından bir sakıncasının olmadığı ifade edilmiştir. “A’ma’ya güçlük yoktur. Topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur[23]

Daha sonra inen âyetler de zayıf, hasta ve savaş için maddi imkân bulamayanları, yani mazereti olanları savaşa katılma sorumluluğu dışında tutmuştur. “Allah’a ve Resulüne karşı sadık ve samimi oldukları takdirde, güçsüzlere, hastalara ve (seferde) harcayacak bir şey bulamayanlara (sefere katılmadıkları için) bir günah yoktur. İyilikte bulunanların (kınanması) için de bir sebep yoktur. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.[24]

Âyetlerden anlaşıldığı üzere, özürleri nedeniyle savaşa katılamayanlara, samimi davrandıkları sürece bir sorumluluk yoktur. Hatta samimiyetleri ve iyi niyetleri sayesinde savaşa katılanlar gibi sevap kazanabilirler.

 Nisa suresi 102. ayette “ Hasta olursanız silahınızı bırakmada size günah yoktur. ” denmek suretiyle tanınan kolaylık bildirilmiştir. Fetih suresinin 17. ayeti ve Tevbe suresinin 91. ayetinde de hasta kişilerin savaşa katılamamaları mazur görülmektedir[25].

“Allah sizin için kolaylık ister zorluk istemez[26]

Bu âyetler İslam’ın bu konudaki temel prensibini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Görme yetisi olanla olmayanın güç yetirme durumları da eşit olmadığı için sorumluluklarında da a’mâ’nın lehine farklılıklar olacaktır. Görme özürlüler de diğer özürlüler gibi dinî konularda güçlerinin yettiği şeylerden ve güçlerinin yettiği oranda sorumludurlar. İlahî adalete uygun olan da budur.

“Görme engelli için bir güçlük yoktur; yürüme engelli için bir güçlük yoktur; hastaya da bir güçlük yoktur. Sizin için de gerek kendi evlerinizden, gerekse babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına malik olduğunuz yerlerden yahut dostlarınızın evlerinden yemenizde bir sakınca yoktur. Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde de bir güçlük ve günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah tarafından mübarek ve güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin. İşte Allah düşünüp anlayasınız diye size ayetlerini böyle açıklar” (Nur, 24/61).

“Görme engelli olana güçlük yoktur, yürüme engelli olana güçlük yoktur, hastaya da güçlük yoktur. Bununla beraber kim Allah'a ve peygamberine itâat ederse, Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de geri kalırsa, onu acı bir azaba uğratır” (Fetih 48/17).

 Yolculuğa gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.[27] Âyette geçen “güç yetirme” mâlî ve bedenî olarak güç yetirmeyi ve yol emniyetini kapsamaktadır. Mâlî olarak güç yetirme; kişinin temel ihtiyaçlarının dışında, hacca gidip dönünceye kadar kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin geçimlerini sağlayacak varlığa sahip olmak

demektir.

Bedensel olarak güç yetirmek ise; hac yapmasına engel olabilecek zihinsel ve bedensel bir engelinin olmaması demektir. Bundan dolayı akıl hastası, hac yolculuğuna dayanamayacak durumda hasta, yatalak, kötürüm, felçli ve görme engelli kimselere hac farz değildir[28].

Oruç akıllı, ergenlik çağına gelmiş ve sağlıklı, hayız ve nifas ( loğusa ) halinde olmayan, seferi durumunda bulunmayan Müslüman kişilerin yükümlü olduğu bir ibadettir. Hastalara, delilere, çocuklara, ayrıca oruca dayanamayacak derecede yaşlı olanlara Ramazan ayında oruç tutmak farz değildir.

Hasta ve oruca güç yetiremeyecek kişilerin oruç sorumlulukları ile ilgili olarak Kur’ân şöyle diyor:

Oruç sayılı günlerdir. Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Oruca gücü yetmeyenler ise bir yoksul doyumu fidye verir. Bununla birlikte kim daha fazla verirse o kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. “Kim hasta veya yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah size kolaylık diler zorluk dilemez[29].

işitme engelli, görme engelli, konuşma engelli veya ortopedik engelli olup da sağlık yönünden oruç tutmasına mani bir durum bulunmayan kişilerin Ramazan orucunu tutmaları gerekir.

 

SONUÇ

 

Nasıl ki beş parmağın beşi bir değildir, Allah’ da bizleri farklı yaratmıştır. Eğer Allah dileseydi herkesi sağlıklı yada imanlı yaratırdı. İşte bu yüzden “ Niye ben? ” sorusunu sormamalıyız. Bu soru bizi isyankar kılmaktan, moralimizi bozmaktan ve günaha sokmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Ayrıca hem bu dünyamız zehir olur, hem de öbür dünya için Allah’ ın rızasını kazanamayız.  Engelli kişilere düşen engellerini kabullenip, hayatın imtihan olduğunu unutmadan, Allah’ ında rıza gösterdiği şekilde mücadele etmektir. “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı” (Mülk 67/2), ayetinde belirtildiği gibi hayatın ve çekilen zorlukların deneme olduğu unutulmamalıdır. Gerçekte de Hikmetten sual olunmaz. Burası imtihan dünyası olduğu için çekilenlerin ne anlama geldiğini bilemeyiz. Bize hayır gelen bir olayda şer, şer gibi gelen bir olayda hayır vardır. Buradaki ince çizgi yani her şeyin kader olmadığını da aklın devreye girmesiyle söyleyebiliriz. Fakat aklın devreye sokulmadığı engelli olarak doğma durumu ve çekilen hastalıklar kaderdir.  Daha sonrası ise sefih olanların dışında kişilerin kendi akıllarının devreye girdiği bir imtihandır. Ayrıca insanların başına gelen musibetlerin ilahi takdir neticesinde olduğu gerçeği unutulmamalıdır.”Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuzda) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.[30] Sağlıklı kişilerde Allah’ ın rızasını kazanmak ve engelli kişilerin hayatlarında onlara köstek değil destek olmak için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Aileler engelli bir çocuğa sahip olduğunu kabullenmeli, onları yük olarak görmemeli, onlara karşı gerekli ilgi ve sevgiyi göstermelidirler. Bunun yanı sıra toplumda engelli kişilere karşı incitici davranışlar sergilenmemelidir, onlara yardımcı olmalı, dertleriyle dertlenilmeli, topluma katılımları sağlanmalıdır. Engelli kişilerde eşitlik ilkesinden yararlanarak eğitim almalı ve aldıkları eğitim sonucunda istihdam edilmelidirler. Engelliler de başlarına gelenlere karşı sabretmeli, ümitsizliğe kapılmamalı, gerekli bütün tedavileri olmalı ve her zaman dua etmelidirler. Ayrıca Allah’ ın kendisine devamlı dua edilmesini sevdiği de unutmamalıdır.



[1] Gül, Emine, Kur’ an’ da Engelliler, Akis Kitabevi, 2005, s. 40.
[2] Tezcan, Münür, Kuranda Engelliler, s. 19
[3] Karagöz, İsmail
[4] Bektaş, Halil, Kuranın Özürlülere Bakışı, Cumhuriyet Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, s.23
[5]  204528, s.33.
[6] Gül, E., s. 59.
[7] 20528, s. 40,42
[8] Gül, s. 69.
[9] 20528, s. 39.
[10] Özürlü ku, s. 28
[11] Özürlü ku, s. 30
[12] 20528, s. 74.
[13] 204528, s. 69-72.
[14] Hucurat,49/13
[15] Doç. Dr. Saffet Sancaklı,Hz. Muhammed’ in Engellilere Bakış Açısının Tesbiti, www.sosyalsiyaset.com
[16] Özürlü ku, s. 42.
[17] Bakara, 2, 286.
[18] Hac, 22,78
[19] Bakara 2, 184.
[20] Özürlü ku, s. 29.
[21] Özürlü ku, s. 29.
[22] Nur, 24, 61.
[23] Nur,61.
[24] Tevbe, 9/91.
[25] Gül, s. 78.
[26] Bakara, 2/185.
[27] Ali İmran, 3/ 97.
[28] Özürlü ku, s. 48.
[29] Bakara, 2, 184-185.
[30] Hadid, 57, 22.